Günümüz toplumlarında medya, tüketim kültürünün en güçlü destekçisidir.
Her türlü reklâm, sosyal medya gönderisi ve propaganda, bize sürekli olarak daha fazla tüketmenin, daha mutlu olmanın anahtarı olduğunu fısıldar.
Üzerimizdeki bu medya bombardımanı, ne kadar tüketirsen o kadar mutlu olursun inancını dayatır.
Her gün yeni ürünlerle, kullanım ömrü kısa eşyalarla, ‘kullan-at’ anlayışıyla karşı karşıyayız.
Tüketim çılgınlığı, hayatımızın merkezine yerleşmiş durumda.
Bu sürekli teşvik edilen tüketim anlayışının, bireylerin gerçek mutluluğu bulmasına ne kadar hizmet ettiği sorgulanabilir.
Çoğu zaman, bu tüketim çabası, insanların yüzeysel tatminler yaşamasına, ama gerçek anlamda bir mutluluk hissine ulaşamamasına neden olur.
Daha fazlasını isteyen bir kültür, belirsizlikler ve endişelerle dolu bir dünyada, aslında mutlu olma kapasitemizi zayıflatıyor.
Medya ve reklâmcılık, tüketim alışkanlıklarımızı şekillendirirken, bir diğer yandan siyaseti ve toplumsal algıları da yönlendirmeye çalışıyor.
Politikalara dair her türlü görüş, siyasi figürler üzerinden halkın algısını manipüle etme amacı güden mesajlarla sunuluyor.
Bu strateji, toplumun farklı kesimlerini kutuplaştırarak, kendi çıkarlarına hizmet edecek bir yönlendirme yapma çabası olarak karşımıza çıkıyor.
Bu ortamda, bireylerin gerçek ihtiyaçları göz ardı ediliyor.
Gerçek mutluluğun ve huzurun nasıl bulunacağına dair köklü bir bilgiye erişim zorlaşıyor.
Sonuçta, bireyler belirsizliklerin ve karamsarlığın ortasında kendilerini sıkışmış hissedebiliyorlar.
Gelecek kaygıları, ekonomik belirsizlikler ve sürekli olarak artan tüketim baskısı altında, insanların gerçek anlamda mutlu olabilmesi neredeyse imkânsız hâle geliyor.
Mutluluğun, tüketimle ölçülemeyecek kadar derin bir kavram olduğu unutulmamalıdır.
İnsanların, sadece tüketimle değil, aynı zamanda insan ilişkileriyle, kişisel gelişimle ve mânevi tatminle mutlu olabilecekleri göz ardı edilmemelidir.
Medyanın dayattığı bu yüzeysel mutluluk anlayışının ötesine geçmek, gerçek anlamda bir tatmin ve huzur bulmak için bireylerin kendi değerlerini ve önceliklerini yeniden değerlendirmeleri gerekiyor.
Sonuç olarak, medya ve tüketim kültürü tarafından dayatılan bu algı yönetimi, toplumların gerçek mutluluğunu bulmasını zorlaştırıyor.
İnsanlar, geleceğe dair umutlarını kaybetmeden, belirsizliklerin ortasında kendilerini nasıl yeniden bulabileceklerini düşünmelidir.
Bu süreçte, derinlemesine düşünme, kendini anlama ve gerçek değerler üzerinde yoğunlaşma ihtiyacı her zamankinden daha önemlidir.