Boyabat’ın Dodurga Köyünde1855 Yılında doğdu. İlmi tahsilini Uşak ve İskilip’te tamamladıktan sonra Kendi köyü olan Dodurga’ya geliyor.
Mustafa Efendinin her yönü ile mükemmel bir hoca olduğu tez zamanda her taraftan duyuluyor. Onun, sadece iyi bir tahsil gördüğü değil, bazı olağan dışı olayları da olduğu rivayeti yayılıyor.
Eskiden, haberleşme aracı yok. Boyabat’ın hoca efendileri, habersizden Mustafa Efendiyi ziyarete gitmeyi kararlaştırıyorlar. Mustafa Efendi, sabah namazına kalktığında hanımına “Bugün çok değerli misafirlerim gelecek onlar için yemek hazırla” diye tembih ediyor.
Boyabat’tan gelenler gerçi boş gitmiyorlar. Amaçları hem hoca efendiyi yakından tanımak, onunla sohbet etmek hem de piknik yapmak. Piknik için gerekli malzemeleri de alıyorlar. Kalabalık ve habersiz gittikleri için hoca efendiye zahmet vermek istemiyorlar.
Hoca efendi, misafirlerini köyün girişinde haberi varmış gibi karşılıyor. Bu durum, misafirlerde bir şaşkınlığa sebep oluyor. Daha misafirler söylemeden Mustafa Efendi: “Siz piknik amaçla geldiniz, buyurun köyün üzerinde derede güzel yerler var. Siz oraya kadar gidin, ben de evden bir şeyler alıp geleyim” der. Misafirler önden gidip güzel bir yere otururlar.
Elinde malzemelerle geriden gelen Mustafa Efendi arkadaşlarına: “Buradan kalkalım şu karşı tarafa oturalım” der. Hiç kimse itiraz etmez ve hemen kalkıp karşı tarafa geçerler. Daha 2 dakika olmadan önce oturdukları yere yüksekten koca bir kaya düşer. Şayet orada oturmuş olsalardı hepsi ölecekti.
Bu olaydan sonra etrafı ona, bambaşka bir gözle bakmaya başlarlar ve ona saygıda bulunmaya başlarlar. Yaşlı genç demeden herkes imamlar da dâhil, din konusunda ondan fetva isterler.
Boyabat’ın ileri gelenleri, böyle bir değerli kimsenin köyde değil Boyabat’ ta kalmasını ve hizmet etmesini isterler. Kendisine bir ev yaparak Boyabat’a getirirler. Medresede talebe okutmaya başlar. Ünü her tarafa yayılmıştır. Her taraftan talebeleri gelir. Şimdiki şehir mezarlığına giriş kapısının dışında ve sol tarafa küçük bir mescit yapılır. O artık yaşlanmıştır. O mescitte namazını kılmaktadır. Yanına gelenlere ders vermekte ve sohbet etmektedir.
Anlatan: Hacı Mustafa Dodurgalı
Gazi, askerden gelir. Savaşa katılmıştır. Eve döndüğünde babasından Boyabat’a gelmek için izin ister. Köy Boyabat’a uzaktır. Daha hasret bitmemiştir. Daha sonra gidersin, şimdi gitme diye söylerse de anne ve babası, "mutlaka gitmeliyim" der oğulları. Bu ısrarın sebebini sorduklarında: "Biz savaşta yenilmek üzereydik, ben şimdi yanınızda olmayacaktım. Mustafa Hoca elinde kılıç önümüze bir geçti. Düşmanı kılıçtan geçirdi. Onun sayesinde ben hayattayım size kavuştum. O anda bir daha orada görüp elini öpemedim. Bizi kurtardın diyemedim. Şimdi gidip elini öpeceğim", der.
Anlatan: Hacı Ömer Sütçüoğlu
Evlenmiş ve iki kız çocuğu olmuştur. Kızları evlenmemiştir. 1911 yılında öldüğü zaman mescide cenazesi defnedilir. Eşi ve iki kızı da oraya defnedilmiştir.
1943 yılında Boyabatta Yüzbaşı olan Ahmet Cemil Akıncı’nın bir anısı:
" 1943 yılı ya Şubat ayının başı yahut ortası olacak. Çünkü kar iyice bastırmıştı. Yine tabur nöbetçi subayıydım. Yat borusundan sonra, devriye çavuşları ile beraber, dışarıya çıktım. Koğuşları ve ahırları teftişe gittim.
Kışlaya indiğimiz için çephanelik pek uzakta kalmıştı. Nöbetçilerin değişmesi zaman alıyordu. Bu yüzden, gece için bir manga çıkartıyorduk taburdan. Bunlar çephanelik yanındaki bir odada kalıyorlar ve sırası gelen kolayca nöbet değiştirebiliyordu.
Kaldıkları oda, mezarlık sınırında, kubbeli, harap bir yerdi. Ne olduğunu sormuştum. Şehirliler birbirini tutmaz sözler söylemişlerdi.
Kimisi, Boyabat’a su getiren ve orada ölen Alman mühendisin çalıştığı yer demişti. Mantıksızdı. Kimisi, mezarlıktan önce orada bir han kalıntısı bulunduğunu iddia etmişti. Bu da gerçekleşmedi. Çünkü etrafında başka yıkık duvar yahut temel izi yoktu. Her neyse, ancak şu muhakkak ki, hiç değilse asırlık bir yapının kalıntısıydı.
Teftişi bitirmiş, dönüyordum. Ansızın bakışlarım mezarlıklı sırta kaydılar. Türbede ışık gördüm. Gece yarısının yaklaştığı bu saatte, kim mum yakardı? Aklıma, ister istemez, çephanelik nöbetine giden manga gelmişti. Üşümüş, harap odalardan çıkıp, türbenin içinde mi ısınıyorlardı? Yahut bunu yalnız nöbet başında olan Mehmetçik mi yapmıştı? Devriye çavuşuna türbeyi gösterdim:
—Bekir Çavuş, tepede iyi şeyler görmüyorum. Bekir Çavuş doğruladı:
—Ben de fark ettim yüzbaşım.
Bir kere kuşkulanmıştım. Yürüdüm. Kar’a bata çıka, en azından yarım saat gidecektik. Bekir Çavuş teklif etti:
—Ben gidip bakayım istersen.
—Hayır.
—Atını çabuk hazırlarım.Kestirip yürüdüm:
—İstemez.
Bekir Çavuş çaresiz kaldı, sol gerimden beni takip etti. Hedefe yaklaşınca emir verdim:
—Sen, nöbetçi mangasının bulunduğu yere git. Kapıyı tut. Fırsat bulursan, cephanelik nöbetçisini de gör. Ben türbeye bakacağım.
Mezarlık sınırından ayrıldık. Taşları siper ede ede türbeye sokuldum. Pencerede bir sivil vardı. Dalmış dua ediyordu. Aşnalık etsem, belki muradını eksik yaptıracaktım. Uzaklaştım. Harap odaya gittim.
Bekir Çavuş’un cephanebaşı nöbetçisini teftiş ettiğini görüyordum. Kısa sürdü bu teftiş. Bekir Çavuş, odaya girdi. O anda da ben odanın penceresi yakınına varmıştım. Pencere bir çulla örtülmüştü. Gemici fenerinden ışık sızıyordu. Sokulup içeriye baktım. Sekiz Mehmetçik, yataklarını tam ortaya sermişler, silahlarını da yanlarına almışlardı. Derin bir uykudaydılar. Fakat Bekir Çavuş’un ihtarıyla uyanıp doğruldular. Bekir Çavuş şöyle diyordu:
—Bu ne hal? Başıbozuklar bile böyle yatmazlar.
Birisi sordu:
—Ne var halimizde Çavuş’um?
—Daha ne olsun? Burası bilemedin elli kişi alır. Sırtlayın yataklarınızı. Duvar dibine serin. Ortası boş kalsın.
Bu emri yaptılar. Yatakları birbirinin başları ve ayakları çift çift gelecek şekilde serdiler. Ortada, bütünüyle, tam kubbe altı boş kalmıştı. Bekir Çavuş, ikinci emrini verdi:
—Askerin silahı üçleştimi çatılır. Orta yere çatın. Bu da yapıldı. Onbaşı sordu:
—Silah başına nöbetçi çıkarlım mı Çavuşum?
Bekir Çavuş, buna hemen karar veremdi.”Hele durun”. Demekle yetindi. Belliydi, benden fikir alacaktı.
Pencereden ayrılıp içeriye girdim. Silah başına da nöbetçi çıkarsa, dokuz askere bir gecede en azından iki defa nöbet gelecekti. Bu, uyumamaları demekti. Bekir Çavuş sormadan ben konuştum:
—Silahbaşına nöbetçi istemez. Cephanelik pek yakın. Oradaki nöbetçi, burayı da kollasın.
Döndük. Kışlaya varınca, Bekir Çavuş’u bıraktım. Kendim bölük odasına girdim. Saate baktım. Gece yarısını geçmişti. Uykum da yoktu. Masama oturup ertesi günkü yazı işleriyle oyalanmaya başladım.
Ne kadar zaman oldu bilmiyorum. Belki yarım, belki bir saat sonra, kalemim sanki bir başka el tarafından tutuldu ve kağıdın üzerini ileri-geri hızla çizmeye kalkıştı. Henüz sebebi bulamadım, sasrıldım. Kerpiç duvarların çatı kısmından kerpiçler düştü. O zaman zelzele olduğunu anladım.
Pek şiddetliydi bu zelzele. Kayık gibi yalpalıyordum, oturduğum yerde. Tuhaf değil mi? Aklıma, yazın yaptığımız bu kerpiç kışlanın yıkılıp yıkılmayacağı gelmemişti de, düşen birkaç kesek parçasına kızmıştım. Hâlbuki onlar, duvar ile çatı arasındaki boşlukta, inşaat sırasında unutulmuşlardı.
Ruhsatsız, mühendissiz yapılan kışlanın ne yarım metreden kalın duvarları, ne çatısı kıpırdamamıştı. Ancak zelzele bir ara durulunca, dışarıya çıkıp ahırlara gitmeyi aklettim.
Bölük odama yemekhaneden girilirdi. Yemekhane eri, ben odama girince, dış kapıyı kilitleyip gitmişti uyumaya. İhtimal sabaha kadar artık uyanmayacağımı düşünmüş olacaktı.
Bir pencereye sokuldum, zorladım, açamadım. Dışarıdan gürültüler geliyordu. Kapıya vurdum.
Duydular. Kilit döndü. Kendimi meydanda buldum. Çavuşlar, Mehmetçikleri binadan epeyce açmışlar ve yere oturmuşlardı. Çünkü zelzele aralıklarla devam ediyordu.
Koğuşlarda kimseyi bırakmamalarını tembihliyerek, ahırlara gittim. Şükür ki, orada da hasar yoktu.
Hayvanları meydanlara çekmişlerdi. Tabur emniyete alınmıştı amma, acaba halk ve piyade alayı ne haldeydi?
Atıma binip. şehire girdim. Her taraf bir ana-baba günüydü. Önemsiz yıkıntılar, duvarlarda çatlaklar vardı. Lakin ilk haber Durağan Nahiyesinden geldi. Durum pek vahimmiş. Epeyce ahır yıkılıp hayvanlar telef olmuş. Yardım isteniyordu. Garnizon kumandanı bunu temin etti. Bana verdiği emir kısmını yaptım. Taburun yolunu tuttum. Tabii, bütün bunlar olurken, en azından bir buçuk saat kadar bir zaman geçmişti. Dönüşte yine gözüm, mezarlıklı sırt yakınlarına kaydı. Durdum. Çünkü gemiçi fenerli birisi oraya doğru at sürüyordu.“nedir, ne oluyor?”dememe kalmadı. Yanımdan geçen bir sivil korktuğum haberi verdi.
—Yukarıda bet bir gürültü oldu. Sanırım harabelik yıkıldı.
Bu yetti. Eğer duyduğum doğruysa, en azından sekiz Mehmetçiği kaybetmiştik.
Ben de at sürdüm tepeye. Daha yaklaşmıştım ki, Bekir Çavuş’u tanıdım. Mehmetçiklerden birisi elini alıyor, öpüyor, ötekine veriyordu. Hep aynı sözleri söylüyorlardı:
—Sen olmasan gömülüp gitmiştik Çavuş’um. Sağ ol.
Bekir Çavuş’ta onları paylıyordu:
—Bir haber vermek yokmuydu? Meraktan öldürdünüz beni.
Mazeretlerini söylüyorlardı:
—Silahları yıkıntı altından çıkarmak zor oldu.
Geldiğimi görünce sustular ve sıralandılar.
Bekir Çavuş tekmil verdi:
—Cümlemize geçmiş olsun, kumandanım. Evvel Allah badireyi atlattık.
Odaya baktım. Çünkü henüz neresinin yıkıldığını ve Mehmetçiklerin nasıl kurtulduğunu kavrayamamıştım. Öğrenince, ihtiyarsız bir hareketle başım semaya kaltı. Odanın yıkılan yeri, kubbesiydi. Olduğu gibi yere inmiş, parçalanmıştı. Bekir Çavuş’un gözlerini araştırdım. Buluştuk, ama o, başını yere indirdi. Eğer Bekir Çavuş, iki üç saat önce yaptığımız teftişte, Mehmetçikleri tam kubbenin altından alıp duvar diplerine yatırmamış olsaydı, şimdi şu karşımda duran arslanlardan hiç biri sağ kalmazdı. Dalıp gitmiştim. İşte bir kere daha, bütün açıklığıyla, Allah’ın razı geldiği kullarını koruduğuna şahit oluyordum. Tabii, maddeciler bu hadisye yine tesadüf diyeceklerdi veya tabiata bağlayacaklardı.
Allah demeye bir türlü dilleri varmadığı için, tabiat deyip geçiyorlardı sapıklar. Lakin tesadüf bunun neresindeydi? İlk andan itibaren, Allah sebep ve satıtaları tayin ediyor ve emrini yaptırıyordu.
Bir sürü ihtimaller varken, yalnız birisinin gerçekleşmesi, bunun açık deliliydi. Ben, ilk teftişten önce türbeye bakmayabilirdim. Oraya bir sivil gelip mum yakmazdı o saatte. Gitmezdik merak edip.
Ben, Bekir Çavuştan mezarlık sınırından ayrılamazdım. Bekir Çavuş’ta odada yatan askerlere benim yanımda duvar dibinde yatmalarını emretmezdi. Bunlar ve benzeri olayların hepsi mi tesadüftüler? Ve birbirlerine zincirlenmiştiler".
Kaynak: Mehmetçikle Otuz Yıl. Ahmet Cemil Akıncı
- - - -