Yazıp çizerlerin, çizip düşünenlerin, diğer bir görevleri de topluma kalemi ile yön vermektir.
Yaşlı ama zor da olsa yaşanır dünyamızı, bir kenarında olan bu emsalsiz, doğal güzellikleri hiç bitmeyen ülkemizi, el birliği ile güzelleştirmek, yaşanır hale getirmek ve güzellikler içinde yaşamak, ayşe, fatma, ahmet, mehmetin hakkı olduğu kadar, sorumlulukları da vardır.
Karınca misali her bireyin bu yangını söndürmeye su taşıması boynunun borcu diye düşünüyorum. Aydın’da, Manisa’da, Sinop’ta, Amasya, Tokat’ta nasıl güllük gülistanlık gibi yaşanıyorsa; Diyarbakır, Mardin, Şırnak, Cizre’de de yaşanabilmelidir. Oralardaki silahlar ömrübillah bir daha çıkmamak üzere toprağa gömülüp, cezası olan cezasını, affı olan affını alıp; yaşanır bir hale getirilmelidir. Buralarda iki üç aylık bebekler kurşunla vurulup ölüyorsa, ‘benden sonrası talan, TC’ye ne kadar zarar verirsek o kadar kardayız.’ diye düşünüp, yakıp yıkıyorsa, bunda hepimizin günahı yok mu? Bu suçun en büyüğü de oralara bu silahları savaşmak için yığanlarda değil mi? Yıllardır yangına ya odun attık, ya da menfaat bekleyip, kazanç sağlamaya çalıştık. Karınca bile olamadık.
Suriye’lilerin, Irak’lıların, Tatar’ların, Kafkasların hepsinin gidip sığınabileceği bir Türkiye’si var. Bizim neremiz var ki? Olursa bir Azerbaycan; başka da bir yer yok. O da çok zor gözüküyor. Bu yüzden bir an önce ülkemizin her yanını yaşanır bir hale getirmek için çaba sarf etmeliyiz.
Bu gün içimde, sanki görevimi yapmıyormuşum gibi bir his uyandı. Sırtıma kamçı inmiş gibi oldum. Doğmamış çocuklarımıza borçlu olduğumuz bu yaşlı dünyayı, içerisinde bütün güzelliklerinin olduğu eşsiz yurdumuzu, neden daha güzelleştirmiyoruz? Neden sırtımızı bir yerlere yaslayıp, ondan direktifler alıyoruz?
En güzel yaşanır, savaşsız, ölümsüz, günlük güneşlik, karlı, yağmurlu, hepimizin; ‘Benim ülkem’ deyip toprağını öpebileceği, bir sevgili gibi gözümüzden sakınacağımız bir ülke dileklerimle.
İyi ki bu ülkede doğmuşum.
Yaşlı ama zor da olsa yaşanır dünyamızı, bir kenarında olan bu emsalsiz, doğal güzellikleri hiç bitmeyen ülkemizi, el birliği ile güzelleştirmek, yaşanır hale getirmek ve güzellikler içinde yaşamak, ayşe, fatma, ahmet, mehmetin hakkı olduğu kadar, sorumlulukları da vardır.
Karınca misali her bireyin bu yangını söndürmeye su taşıması boynunun borcu diye düşünüyorum. Aydın’da, Manisa’da, Sinop’ta, Amasya, Tokat’ta nasıl güllük gülistanlık gibi yaşanıyorsa; Diyarbakır, Mardin, Şırnak, Cizre’de de yaşanabilmelidir. Oralardaki silahlar ömrübillah bir daha çıkmamak üzere toprağa gömülüp, cezası olan cezasını, affı olan affını alıp; yaşanır bir hale getirilmelidir. Buralarda iki üç aylık bebekler kurşunla vurulup ölüyorsa, ‘benden sonrası talan, TC’ye ne kadar zarar verirsek o kadar kardayız.’ diye düşünüp, yakıp yıkıyorsa, bunda hepimizin günahı yok mu? Bu suçun en büyüğü de oralara bu silahları savaşmak için yığanlarda değil mi? Yıllardır yangına ya odun attık, ya da menfaat bekleyip, kazanç sağlamaya çalıştık. Karınca bile olamadık.
Suriye’lilerin, Irak’lıların, Tatar’ların, Kafkasların hepsinin gidip sığınabileceği bir Türkiye’si var. Bizim neremiz var ki? Olursa bir Azerbaycan; başka da bir yer yok. O da çok zor gözüküyor. Bu yüzden bir an önce ülkemizin her yanını yaşanır bir hale getirmek için çaba sarf etmeliyiz.
Bu gün içimde, sanki görevimi yapmıyormuşum gibi bir his uyandı. Sırtıma kamçı inmiş gibi oldum. Doğmamış çocuklarımıza borçlu olduğumuz bu yaşlı dünyayı, içerisinde bütün güzelliklerinin olduğu eşsiz yurdumuzu, neden daha güzelleştirmiyoruz? Neden sırtımızı bir yerlere yaslayıp, ondan direktifler alıyoruz?
En güzel yaşanır, savaşsız, ölümsüz, günlük güneşlik, karlı, yağmurlu, hepimizin; ‘Benim ülkem’ deyip toprağını öpebileceği, bir sevgili gibi gözümüzden sakınacağımız bir ülke dileklerimle.
İyi ki bu ülkede doğmuşum.