GİRİŞ
Çevremdeki insanlara fikirlerini mutlaka herhangi bir yayın organında yayımlamalarını her zaman tavsiye ederim. Çünkü yayımlanmayan görüş ve fikirlerin varlığından kimse haberdar olamayacaktır. Aşağıdaki satırların yazarı da Antalya’nın Serik İlçesi Müftülüğü Vaizi olarak çalışmış Durmuş Ali ÇETMİ’dir. Konu başlığı tarafımdan seçilmiştir, ancak vakit bulamadığım için işi ehline havale etmek zorunda kaldım. Şahsıma basılmak üzere emanet edilmiş olan bu çalışmayı aslına sadık kalarak bazı müdahaleler yaptığım hâliyle istifadenize sunuyorum.
Çoğu defa hayatta kendimizi yalnız, yapayalnız hissederiz. Birçoğumuz, çok sıkıldığımız anlarda bile, bir dostumuza telefon açıp da "Ocağa çayı koy, birazdan ailecek size geliyoruz" deme rahatlığına sahip değiliz. Veya arkadaşımıza "Bu akşam yemeğe bize davetlisiniz" diyemeyiz. Hele hele "Yarın akşam yemeğe size geliyoruz" demeği aklımızın ucundan bile geçirmeyiz. Hayatta karşılaştığımız ferdî, sosyal, meslekî hattâ ailevî problemlerimizi, canımızı sıkan bir yığın olayı, çok içten bir şekilde anlatacak ve bizi çok samimi bir şekilde dinleyecek, dertlerimizi paylaşacak dostlar arar durur da, bir türlü bulamayız.

Hâlbuki büyük kentlerde yaşamaktayız ve belli bir sosyal statüye sahibiz. Etrafımızda görünüşte birçok meslektaşımız, arkadaşımız, dostumuz ve bir yığın yakınımız, akrabamız var. Ama onlarla münasebetlerimiz hep, bir resmiyet içinde geçer ve daima aramızda geniş bir mesafe bulunur. Zaman zaman candan bir arkadaşımızın, bir aile dostumuzun veya her an yanına gidip her şeyimizi anlatabileceğimiz hürmete lâyık bir büyüğümüzün olmadığını acı acı fark ederiz.

Bütün bunların sebebi nedir? 21. yüzyıla girerken birçok problemine çözüm üreten insan, acaba niçin bu hayati önemi hâiz konuda ciddî bir mesafe kat edememiştir? Bizi birbirimize karşı bu kadar resmî, soğuk ve mesafeli yapan sebepler nelerdir?

Aslında bütün bu soruların cevapları, bizim insanlarla münasebetlerimizde, söz ve davranışlarımızda gizlidir. Yani insanları hayatta bu kadar yalnız hâle getiren yine kendileridir. Eğer insanlar, hayatta öğrendikleri birçok konu için ayırdıkları zamanın belki yüzde birini, bu soruların cevaplarını bulmak için harcasalar, bunun karşılığını hayatları boyunca fazlasıyla görürler ve çok büyük ve önemli bir problemi çözmüş olurlar.

İnsanî münasebetlerde, insanları birbirlerine yaklaştıran, onları çok samimi, dost, vefakâr bir arkadaş, candan bir yoldaş hâline getiren birtakım altın kaideler vardır. [1]

İşte bu yazımızda sevgili peygamberimizin(s.a.s) dost kazanmada takip ettiği bazı kaideler üzerinde durmak istiyoruz.

Bilindiği gibi Peygamberler, “Yüce Allah’ın, kullarına haber iletmek ve dinini onlara bildirmek için bizzat seçip görevlendirdiği kimselerdir”; yani “Allah’ın elçileri”dir.
Allah Teâlâ, ilk insan Hz. Âdem’den beri, çeşitli dönemlerde, insanların nasıl hareket edeceklerini, kime karşı nasıl davranacaklarını, görev ve sorumluluklarını bildiren peygamberler gönderdi. Onlar bir yandan, Allah’tan aldıkları vahyi, olduğu gibi insanlara ulaştırırken, diğer yandan da, ilâhî vahyi en iyi şekilde uygulayarak, diğer insanlara örneklik etmişlerdi.
Bizim peygamberimiz Hz. Muhammed (SAV), bu peygamberlerin sonuncusudur. Onu, Allah Teâlâ, bütün insanlığa, her zaman ve her çağda, uyulması gereken güzel bir örnek olarak göndermiştir. Onun hayatı, Allah’tan gelen vahyin bizâtihi canlı bir uygulamasıdır; yani o, canlı bir Kur’ân’dı. Bundan dolayı onun hayat kriterleri Müslümanlar için bir ölçü niteliğindedir. Nitekim Allah Teâlâ “Gerçekten Allah’ı ve Ahiret gününü arzulayanlar ve Allah’ı çok zikredenler için, size, Allah’ın Rasûlunde, (takip edeceğiniz) pek güzel bir örnek vardır” [2] ifadesiyle Rasûlü’nü, uyulmaya değer örnek bir kişi olarak sunmaktadır. [3] O’nun, çevresinde binlerce “Sahabe” denilen dostları, arkadaşları kazanması Cenab-ı Allah’ın lütfu yanında, şahsında taşıdığı bazı özelliklerden kaynaklanmaktadır. İşte bunlardan bazıları:
 
ÜMMETİNE ÇOK DÜŞKÜN OLMASI
Hz. Peygamber ümmetine son derece düşkün biriydi. Onların her şeyi ile ilgilenir, sıkıntı çekmelerine gönlü asla razı gelmezdi. [4] O yüce Peygamber’in ümmetine olan bu düşkünlüğünü, bütün hücrelerinde hisseden Âkif, Müslümanların sıkıntıya düştüğü bir zamanda:
“Hiç sıkılmaz mısınız Hz. Peygamber’den
Ki uzaklardaki bir mümini incitse diken,
Kalb-i pakında duyarmış o musibetten acı
Sizden elbette olur rûh-i Nebî davacı.”
dizeleri ile ifade etmişti. [5] Âkif, bir Müslüman’ın, canından, malından, çocuğundan, ana ve babasından daha fazla sevdiği ve sevmesi gerektiği Peygamber’in, [6] ümmetine olan özlem ve iştiyakını öne çıkararak, bu duygu ve düşüncesini böyle haykırmıştı.
Hz. Peygamber’in sevgi ve merhameti belli bir kesime değil, inancı, rengi veya ırkı, makam veya cinsiyeti ne olursa olsun, Allah’ın yarattığı tüm mahlûkata yönelikti. Çünkü Yüce Allah, “(Ey Muhammed!) Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” [7] ifadesiyle, onun bir rahmet peygamberi olduğunu ilân ediyordu.
Nakledildiğine göre bazı insanlar Allah’ın elçisine gelerek müşriklere beddua etmesini istediler. Bunun üzerine o, yüzünün rengi değişerek, “Ben dünyaya beddua etmek için gönderilmedim; ben sadece rahmet olarak gönderildim.” demişti. [8]
 
MUHAMMEDÜ’L-EMÎN VASFI
Hz. Peygamber’in toplumsal kimliğini tespit etmeye çalıştığımızda karşımıza çıkacak ilk özellik şüphesiz onun “güvenilirliği” olacaktır. İçinde doğup büyüdüğü toplum tarafından kendisine “Muhammedü’l Emîn” denilmesi, Mekke müşriklerinin tebliğ ettiği vahyi yalanlamalarına rağmen kendisini yalancılıkla itham edememeleri, aralarındaki husûmete rağmen mallarını ona emânet etmeleri bunun en bâriz göstergesidir.
Kâbe’nin tamiri esnasında Haceru’l-Esved’i yerine koyma hususunda Mekkeli kabileler arasında ihtilaf çıkmıştı. Nihâyet Kâbe’ye ertesi sabah ilk girenin hakem olması kararlaştırıldı. O sabah Kâbe’ye ilk giren kişinin Hz. Muhammed (s.a.s.)oluşu herkesi rahatlatmıştı. Çünkü o, “Emîn” olarak tanınmaktaydı.
Hicret öncesinde, Mekke’de zulmün son noktaya vardığı dönemde artık Hz. Peygamber’in öldürülmesi düşünülüyordu. Bununla birlikte kendisinde onu öldürmeyi düşünen toplumun emanetleri vardı. Medine’ye doğru gizlice yola çıkarken Hz. Ali’ye tembih ederek, sahipleri hasım olsun, putperest olsun kendisine emanet olarak bırakılmış eşyaları iâde ettikten sonra kendilerine katılmak üzere Medine’ye gelmesini istedi.
Bu güvenilir olma vasfı birçok kişinin O’nunla dostluk kurmasının bir güvencesi olmuştur.
 
AHDE VEFÂSI
            Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadis-i şeriflerde kâmil/olgun mü'minlerin vasıfları sayılırken, onların ahde vefâ gösterme özelliklerine işaret edilir. [9] Kur'ân'da ahde vefâ ile ilgili âyetlerde, kendileriyle yapılmış antlaşmaların hükümlerine riâyet ettikleri müddetçe, Müslüman olmayan taraflara dahi verilen söz istikametinde uygulamada bulunulması emredilmektedir. [10] Diğer ahlâkî faziletlerde olduğu gibi ahde vefâ göstermede de ümmeti için örnek bir yaşayış sürdürmüş olan Hz. Peygamber'in (s.a.s.) Hudeybiye Antlaşması'ndan hemen sonra, yanındaki Müslümanların itirazlarına rağmen, kendisine sığınan Ebû Cendel'i antlaşmanın gereği olarak müşriklere iade etmesi, O'nun verdiği söze bağlılığının en canlı örneklerinden birisidir.
Hz. Peygamber'den bir rivâyeti şöyledir: “Ahdini bozan (sözünden cayan) herkes için kıyâmet günü bir bayrak dikilip ‘bu falanın vefâsızlık alâmetidir’ diye ilân olunacaktır.” [11]
"Münafığın alâmeti üçtür. Söz söylerken yalan söyler. Va'd ettiği, söz verdiği zaman sözünde durmaz. Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hıyanet eder" , "Dört şey kimde bulunursa hâlis münafık olur. Kimde bunlardan bir kısmı bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendisinde münafıklıktan bir haslet kalmış olur. Bunlar: Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hıyanet etmek, söz söylerken yalan söylemek, ahdettiğinde, söz verdiğinde sözünü tutmamak, husumet zamanında da haktan ayrılmaktır. [12]"
 
DOĞRULUĞU
Doğruluk; düşüncede, sözde, niyette, irâdede, azimde, vefâ ve amelde doğruluk şeklinde tezâhür eder. Bütün bunların kaynağı, Kur’an ve Sünnettedir.
            Her hususta dosdoğru olan Peygamberimiz, ümmetine de sık sık doğrulukla ilgili tavsiyelerde bulunurdu. İşte bunlardan birkaçı:
“Şüphesiz ki sözde ve işte doğruluk hayra ve üstün iyiliğe yöneltir. İyilik de cennete iletir. Kişi doğru söyleye söyleye Allah katında sıddîk (doğrucu) diye kaydedilir. Yalancılık, yoldan çıkmaya (fücûr) sürükler. Fücûr da cehenneme götürür. Kişi yalancılığı meslek edinince Allah katında çok yalancı (kezzâb) diye yazılır” [13]
Bir sahâbi, Hz. Peygamber’e “Yâ Rasûlallah, bana İslâm’ı öyle tanıt ki, senden başka birine (başka soru) sorma ihtiyacını duymayayım” deyince, Rasûlullah şöyle buyurmuştur: “Allah’a inandım de, sonra da dosdoğru ol!” [14] buyrulmuştur. Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.s.) sâdık olduğu, yalancılardan olmadığı Kur’ânı-ı KerÎm’in birçok yerinde anlatılmakta, İslâm tarihine, özellikle risâletin Mekke dönemine bakıldığında Rasûlullah’ın (s.a.s.), gerçeğin şehâdeti, iman edenlerin ve hatta düşmanlarının şâhitliğiyle “el-Emîn” ve “Sâdıku’l-Va’du’l-Emîn” olduğu ortaya çıkmaktadır.
 
YARDIMSEVERLİĞİ; HİLFÜ’L-FUDÛL
Mekke’nin ilk sâkinleri olan Cürhümlüler’den Fadl (Fazl) adlı üç kişi yerli ya da yabancı olsun, zulme uğrayan kişilere yardım edeceklerine dair aralarında yemin etmişlerdi. Onların bu yemini “Fadl’ların yemini” ya da “fazilet yemini” anlamına gelmek üzere “hilfü’l-fudûl” diye adlandırılmıştır. Bu anlaşma Mekke’de uzun süre etkili olmuştur.
Hicretten yaklaşık otuz yıl kadar önce hilfü’l-fudûl ikinci defa tekrarlanmıştır. Mekke’de kabileler arasında zaman zaman çekişme ve çatışmalar oluyor, ayrıca dışarıdan hac ve ticaret için şehre gelen zayıf ve güçsüz kimselere haksızlık ve zulüm yapılıyordu. Haram aylardan Zilkade’de yine böyle bir olay vuku bulmuştu. Zübeyd kabilesinden bir kişi umre için Yemen’den Mekke’ye geldi ve yanında getirdiği mal hakkında birisi ile pazarlık etti. Alıcı daha sonra pazarlığa uygun bir ödeme yapmak istemedi. Yemenli tâcir uğradığı haksızlığı dile getirdiğinde kendisine yardım edecek kimseyi bulamadı. Bunun üzerine Hz. Peygamber’in amcası Zübeyr b. Abdülmuttalib’in girişimleriyle bir toplantı düzenlendi ve haksızlıkları önlemek amacını taşıyan, gönüllülerden oluşan bir grup kurulması kararlaştırıldı. Bu sırada yirmi yaşlarında olan Hz. Muhammed de (s.a.s.) bu gruba katıldı.
“Allah’a and olsun ki Mekke şehrinde birine zulüm ve haksızlık yapıldığı zaman hepimiz, o kimse ister iyi ister kötü, ister bizden ister yabancı olsun, kendisine hakkı verilinceye kadar tek bir el gibi hareket edeceğiz; deniz süngeri ıslattığı ve Hira ile Sebir dağları yerlerinde kaldığı sürece bu yemine aykırı davranmayacağız ve birbirimize malî yardımda bulunacağız” sözleriyle yemin eden bu grup Mekke’de birçok kez zulme engel olmayı başarmıştır.
Bu grubun bir üyesi olma sıfatıyla bizzat Hz. Muhammed’in (s.a.s.) gerçekleştirdiği bir icraatı bu topluluğun faaliyetlerine bir örnek olarak zikredebiliriz:
Ebû Cehil, mallarını satmak için Mekke’ye gelen bir tâcirin mallarına düşük fiyat biçmiş, diğer tüccarların da onunla alışveriş yapmasına engel olmuştu. Kimsenin daha fazla fiyat verememesi üzerine zor durumda kalan tâcirin durumunu Hz. Peygamber öğrendi ve üç deve yükü malını onun istediği fiyattan satın aldı. Ardından Ebû Cehil’in yanına gelerek hilfü’l-fudûl’ü hatırlattı ve aynı şeyi tekrarlamaması için onu uyardı.
Bütün kaynaklarda Hz. Peygamber’in bi’setten sonra da bu ittifaktan övgüyle bahsedip bu yemini kızıl tüylü bir deve sürüsüyle de olsa asla değişmeyeceğini, tekrar çağırıldığı takdirde tereddüt göstermeden icabet edeceğini söylediği kaydedilmektedir.
Burada dikkat çeken husus, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) bu derneğin öncülüğünü, kuruculuğunu yapan kişi olmayışıdır. Hilfü’l-Fudûl, onun yaşadığı toplumda var olan bir organizasyondu. Zalime karşı mazlumun yanında yer almayı hedefleyen, “mazluma yardım etmek” ortak değerinde buluşan üyelerden meydana geliyordu. İşte bu ortak değer, Hz. Peygamber’in herhangi bir üye sıfatıyla gruba katılmasını sağlamıştı. [15]
 
TEMİZ VE DÜZGÜN GÖRÜNÜMÜ
Hz. Peygamber insanların karşısına temiz olarak çıkardı. Elbisesinin temiz ve tertipli olmasına önem verirdi, giyiminde titizdi, dağınıklıktan hoşlanmazdı. Peygamberimizin giyecekle ilgili tutumu “temizlik, tertiplilik, estetiği gözetme, sadelik ve ihtiyacı karşılama” olarak ifade edilebilir. O, “Allah temizdir temizliği sever, en kâmil manasıyla pâktır, pâk olanı sever, kerîmdir, iyilik sahibi olanı sever. Cömerttir, cömert olanı sever. Evinizin iç ve dışını temiz tutunuz” [16] buyurarak insanları temizliğe teşvik etmiştir. “İnsan elbisesinin güzel olmasını istiyor” diyen birine Peygamberimiz “Allah güzeldir, güzelliği sever; kibir, hakkı kabul etmemek, insanları küçük görmektir” [17] cevabını vermiştir. Hz. Peygamber bir gün üstü başı kir içinde birini görünce “Şu kişi acaba elbisesini yıkayacak bir şey bulamıyor mu?” diye tepki göstermiştir. Aynı şekilde, saçı başı dağınık bir adama durumunu düzeltip gelmesini tembih eden Rasûlullah, adam saçını başını düzeltip gelince “Birinizin şeytan gibi saçı başı dağınık olmasından böylesi daha iyi değil mi?” buyurmuştur. Hz. Peygamber’in vefatından önce dünya ile ilgili olarak yaptığı en son şeyin Hz. Âişe’nin yardımı ile dişini misvaklaması da ilgi çekicidir. [18]
 
GÜLERYÜZLÜ OLMASI
İnsanî ilişkilerde önemli hususlardan biri de daima güler yüzlü ve mütebessim olmaktır.
İnsanın bu hâli gayet tabiî ve samimi olmalı, yapmacık olmamalıdır. Asık suratlı olmak ve yüzünü ekşitmek hem dinimizde, hem de örfümüzde hoş karşılanmaz. İnsanlar güler yüzlü mütebessim olanları sever.
Divan edebiyatının ünlü şairi Nâbî güler yüzlü olmanın rahmet eseri, ekşi suratlı olmanın ise insanların nefretini çekeceğini bir beytinde gayet veciz olarak şöyle belirtir:
“Hande-rûluk eser-i rahmettir
Turş-rûluk sebeb-i nefrettir” [19]
 
PEYGAMBER EFENDİMİZ GAYET MÜTEBESSİM İDİ, DEVAMLI GÜLER YÜZLÜ İDİ
Sahâbe-i kiramdan Abdullah b. Haris hazretleri diyor ki:
“Resulullah (s.a.s.)’den daha çok tebessüm eden hiç bir kimseyi görmedim.” [20]
Cerir b. Abdullah (r.a.) da şöyle demiştir: “Rasûlüllah’ı (s.a.s.) Müslüman olduğum günden beri beni yanına girmekten men etmedi. Beni görüp yüzüme karşı tebessüm etmediği de olmadı.” [21]
Konumuzla ilgili olması bakımından bu sahâbi hakkında şu rivayeti de kaydedelim: Bir gün Rasûlüllah (s.a.s.) ashabıyla otururken Cerîr b. Abdullah gelir, her tarafı dolu bularak kapının eşiğine oturur. Bunu gören Rasûlüllah (s.a.s.) üzerindeki kaftanını çıkararak üzerine oturması için Cerire atar. Cerir hemen kaftanı alıp öper. Çok duygulanarak ağlar ve “Kaftanınıza oturmak bana yaraşmaz” diyerek geri verir. Rasûlüllah (s.a.s.) ona bir yer verilmesine işaret ederek “izâ etâküm kerîmü kavmin fe ekrimûhu Size bir kavmin büyüğü gelince ona ikram edin.” buyurur.
Peygamber Efendimiz ümmetini de güler yüzlü olmaya teşvik ederek “Kardeşinin yüzüne gülümsemenden dolayı sana sadaka sevabı verilir.” buyurmuştur. [22]
Başka bir hadis-i şeriflerinde de: “Sizler bütün insanlara mallarınızla iyilik yapmaya yetişemezsiniz. Öyle ise güler yüzlülükle ve güzel ahlâkla iyilik yapmaya çalışınız.” [23] buyurmuştur.
Ebû Zer (r.a.)’dan rivayet edildiğine göre Peygamber Efendimiz kendisine hitaben “İyiliğin hiç bir çeşidini sakın küçümseme. Velev ki, kardeşine güler bir yüzle kavuşup buluşmanı bile.” [24] buyurmuştur.
 
TATLI DİLLİ OLMASI
İnsanî münasebetlerde en önemli hususlardan biri de elinden geldiğince tatlı dilli, güzel sözlü olmaya çalışmaktır. Sevgili Peygamberimiz de insanların en tatlı dilli olanı idi. Yüce Rabbimiz Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyuruyor:
“Görmedin mi Allah nasıl misâl getirdi? Güzel bir sözü, kökü sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaca benzetti. O ağaç Rabbinin izniyle her zaman meyvelerini verir. Allah insanlara misâller veriyor ki, öğüt alsınlar. Çirkin söz ise toprağın üstünden sökülüp atılmış, kararsız kötü bir ağaca benzer.” [25]
“İzzet ve şeref isteyen kimse bilsin ki, izzet, bütünüyle Allah’ndır. Ona ancak güzel sözler yükselir. Onları da iyi ameller yükseltir.” [26]
Peygamber Efendimiz de: “Güzel söz sadakadır.” [27] buyurmuştur.
Güzel söz söylemesini bilmek ve yerinde konuşmak bir sanattır. Şöyle bir hikâye anlatılır:
Sultanın biri rüyâsında 32 dişinin de çekildiğini görür. Vezirlerinden birini çağırıp tâbir etmesini ister. Vezir:
- Sultanım, bütün akraba ve yakınlarınız ölecek, hayatta sadece siz kalacaksınız. Sultan buna çok üzülür ve veziri azleder. Sonra diğer veziri çağırır, aynı rüyâyı tâbir etmesini ister. Vezir:
- Sultanım, akraba ve yakınlarınız içinde en uzun ömürlü siz olacaksınız, der. Sultan buna çok sevinir ve veziri mükâfatlandırır.
Aslında ikisinin sözü de aynıdır, fakat üslûp farkı vardır, söyleniş tarzı farklıdır.
 
BİREYLERİN ÖZELLİKLERİNİ DİKKATE ALMASI
Hz. Muhammed (sav), insan insana diyaloglarında da ferdî farklılıklara dikkat etmiştir. Örneğin eşinin doğurduğu siyah çocuğun kendisinden olmadığı iddiasıyla reddetmek isteyen bir bedevî ile aralarında şöyle bir diyalog geçmiştir:
“Benim eşim siyah bir çocuk doğurdu. Ben bu çocuğu reddetmek istiyorum.”
“Senin develerin var mı?”
“Evet.”
“O develerin renkleri nasıldır?”
“Kırmızıdır.”
“Bunların içinde beyazı siyaha çalan boz deve var mı?”
“Evet, onların içinde boz renkli develer elbette vardır.”
“Öyleyse bu boz renklerin nereden geldiğini düşünüyorsun?”
“Ya Rasûlallah bu soyunun damarıdır, ona çekmiştir.”
“Belki bu oğlan da eski bir soy köküne çekmiştir (yani ona benzemiştir).”
Hz. Muhammed (sav) burada, peygamberlik otoritesine dayanarak, “Hayır, ben Allah'ın Elçisi olarak söylüyorum, bu senin çocuğundur” dememiş; bedevînin anlayacağı dilden, yaşadığı hayattan bir benzetme ile seviyesini dikkate alarak konuşmuş, muhatabın tecrübesinden de faydalanarak, ikna edici üslupla, âdeta sonucu bedevîye söylettiren bir yöntemle problemi çözmüştür. [28]
 
TOPLUMUN ÖZELLİKLERİNİ DİKKATE ALMASI
Hz. Muhammed (sav), peygamberlik misyonu gereği toplumu oluşturan fertlerin ferdî özellikleri kadar, toplum psikolojisini de çeşitli iletişim yöntemlerini kullanırken göz önünde bulundurmuştur. Örneğin O, yerken, içerken, giyinirken yaşadığı bölgenin şartlarına göre hareket etmiştir. Yine O, konuşurken, hutbe irad ederken, kendisini dinleyen ilk muhataplarının yeteneklerini sürekli gözetmiş, örneklerini, muhataplarının yaşadığı ve iyi bildiği bir dünyadan seçmiştir. Hayvanlardan deve, bitkilerden hurma Onun başlıca örneklerini teşkil etmiştir. [29]
 
İNSAN SEVGİSİNİ ÖNE ÇIKARMASI
“Sizden biri, bir başkasını sevdiğinde bu sevgisinden onu haberdar etsin.” buyuran Hz. Peygamber, bir gün Muaz b. Cebel’in elinden tutarak “Ey Muaz, vallahi ben seni severim. Kıldığın namazların ardından, ‘Allah’ım, seni zikretmek, sana şükretmek, sana güzelce ibadet etmek üzere bana yardımcı ol,’ diye dua etmeyi sakın ihmal etmeyesin.” diye öğütte bulunur. Diğer bir sözünde de “Canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selâmı yayınız.” buyurmuştur. [30]
 
İNSANLARI VE ONLARIN DEĞER VERDİĞİ ŞEYLERİ ÖNEMSEMESİ
“(Onların) Allah’tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da bilmeyerek sınırı aşıp Allah’a sövmesinler!..” âyeti, diğer insanların değer verdikleri şeylere saygılı davranmayı önermektedir. Bu sebeple, küfür ve inançsızlık düşünce ve fikir olarak reddedilse de, her kim olursa olsun, bireyin değer verdiği şahsî inancına, düşünce ve kanaatine saldırmak, ahlâkî bir davranış olarak görülmemektedir.
Müşriklerin reisi Ebû Cehil'in oğlu İkrime’nin hanımı, Mekke’nin fethi sırasında İslâm’ı kabul etmişti. Bu arada kocası İkrime korkusundan Yemen’e kaçtığından, onu affedip Müslümanlığa kabul etmesi hususunda Hz. Peygamber’den söz almıştı. Bunun üzerine eşi, İkrime’yi bulup Müslüman olması için huzuruna getirdiğinde Hz. Peygamber “Hoş geldin süvari yolcu!” diyerek onu güler yüzle karşıladı. Öte yandan çevresindeki arkadaşlarına da, “İkrime aranıza katılıyor, onu gördüğünüzde babası Ebû Cehil’e sövüp hakaret etmeyin, çünkü ölüye yapılan hakaret, hayatta olanı incitir.” buyurdu. [31]
 
CÖMERTLİĞİ
Hz. Peygamber, tabiatı gereği çok cömert ve hayırsever bir insandı. [32] Ömrü boyunca bir şey isteyene hiçbir zaman “hayır” dememişti. Yardım isteyen herkese yardım ederdi; bir şeyi olmadığında da, daha sonra yardım edeceğine dair söz verirdi. Onun bu tavrı insanları öyle cesaretlendirmişti ki, Peygamber Efendimize Medine hayatı boyunca on sene hizmet etme şerefine mazhar olan Enes b. Malik hazretleri bizzat şahit olduğu bir olayı şöyle anlatıyor:
"Ben Rasûlallah’la beraber yürüyordum, üzerinde Necran kumaşından yapılmış kalın kenarlı bir kaftan vardı. Bir bedevi gelip kaftanının yakasından tutarak şiddetli bir şekilde çekti. Rasûlüllah’ın boynuna baktım, bedevinin, kaftanı şiddetle çekmesinden dolayı boynunda iz bırakmıştı. Bedevi ‘Ya Muhammed! Yanında bulunan Allah’ın malından bana bir şey verilmesini emret.’ dedi. Rasûlallah bedevîden tarafa döndü ve güldü, sonra ona bir şeyler verilmesini emretti.” [33]
Bedevi; medeniyetten uzak, çölde çadırda ibtidâî tarzda yaşayan kimse demektir. Peygamber Efendimiz bedevîlere bile medenice muamele ederek insanlığı öğretmiştir. Peygamber Efendimizin insanlara yumuşaklıkla muamele etmesi, onun sahip olduğu üstün ahlâkın bir neticesidir. Bu durum Kurân-ı Kerîm’de de tescil edilerek şöyle buyrulmuştur:
“Allah'ın rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, çevrenden dağılır giderlerdi. Öyleyse sen onları affet, onların bağışlanmalarını dile. İş konusunda onlara danış. Karar verdin mi de Allah'a dayan. Çünkü Allah kendisine dayanıp güvenenleri sever.” [34]
 
HERKESLE SELÂMLAŞMASI
Selâm; barış, rahatlık, esenlik; Müslümanların birbirleriyle karşılaştıkları zaman, karşılıklı olarak sağlık ve esenlik dileklerini sunmaları, yani birinin diğerine “Selâmün aleyküm” (Selâm sizin üzerinize olsun, Allah her türlü kazâdan ve belâdan korusun!) demesi; diğerinin ise “Ve aleykümü's-selâm ve rahmetullahi ve berekatüh” (Allah’ın selâmı, rahmet ve bereketi sizin de üzerinize olsun!) şeklinde cevap vermesi anlamına gelen bir İslâm ahlâkı terimidir.
Müslümanlar arasında, bir dostluk ve iyi niyet işareti olan selâmı vermek sünnet; almak ise farzdır. Yüce Peygamberimiz her fırsatta Müslümanlara, ev halkına, hatta gördüğü çocuklara bile selâm verirdi. Birisiyle karşılaştığında önce selâm veren o olurdu. Yanına gelen kişi yüzünü başka yöne çevirene kadar kendisi yüzünü çevirmezdi. Musafaha ederken de karşısındaki elini çekene kadar elini çekmezdi.
İslâm toplumu içinde selâmı yaymak, hem Allah'ın emri ve hem de Hz. Peygamberin sünnetidir. Bir âyette Yüce Rabbimiz şöyle buyurur: “Ey inananlar! Evlerinizden başka evlere izin almadan, seslenip sahiplerine selâm vermeden girmeyiniz. Eğer düşünürseniz bu, sizin için daha iyidir” [35] Bir başka âyette de Yüce Rabbimiz şöyle buyurur: “Size bir selâm verildiği zaman, ondan daha iyisiyle selâm verin veya aynıyla karşılık verin...” [36] Bu âyetlerden selâmı yaymanın bir Allah emri olduğu açıkça anlaşılmaktadır.
Hz. Peygamber (s.a.s.) de birçok hadislerinde selâmın önemi ve yaygınlaştırılmasının gereği üzerinde durmuştur. Bir sahâbî Hz. Peygamber'e (s.a.s.) “İslâm’ın hangi işi daha hayırlıdır?” diye sorduğunda, Rasûlüllah şöyle buyurmuştur: “Yemek yedirmen, tanıdığına ve tanımadığına selâm vermendir” [37] Yine Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuşlardır: “İman etmedikçe Cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe, olgun bir îmana sahip olamazsınız. Size, yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selâmı yayınız!..” [38] “Şüphesiz ki, Allah katında insanların en iyisi, önce selâm verendir” [39] hadîsinden ise, selâm vermede acele etmenin daha sevap olduğu anlaşılmaktadır.

FAKİRLERE İYİ DAVRANMASI
O, zenginlere olduğu gibi, fakirlere karşı da iyi ve müşfik davranırdı. O kadar ki, Hz. Peygamber’in fakir ve kimsesizlerle oturup kalkması, Mekke’nin kendini beğenmiş zenginlerinin canını sıkıyordu. [40]
* Hz. Peygamber, Cennete ilk girecekler arasında, iffet ve namusunu koruyan fakirlerin de bulunduğunu söylüyordu. [41]
* Nakledildiğine göre Cafer b. Ebî Tâlib yoksulları çok sever, onlarla oturur sohbet ederdi. Onun bu davranışını çok beğenen Hz. Peygamber, ona, “Yoksulların babası!” lâkabını takmıştı. [42]
 
ÇOCUKLARA İYİ DAVRANMASI
Hz. Peygamber (sas), çocukları çok sever, onlara hep müşfik davranırdı. Çünkü o, çocuklara selâm verir, [43] onları kucağını alır, öper, okşardı; [44] onlarla bazen şakalaşır, bazen de oynardı. [45] “Kureyş kadınlarının iyisi, çocuğa küçüklüğünde en şefkatli olanlardır.” derdi. [46]
* Göçebe bir Arap; “Biz öpmeyiz. Siz çocukları öper misiniz?” dediğinde, Rasûlüllah, “Allah gönlünüzden merhameti söküp almışsa ben ne yapabilirim.” cevabını vermişti. [47]
 
EMRİ ALTINDA ÇALIŞANLARA KARŞI OLAN ŞEFKATİ
Bilhassa hizmetçi ve işçilere karşı çok şefkatli davranırdı. Ashabına, “Hizmetçileriniz sizin kardeşlerinizdir. Allah onları sizin elinizin altına (yönetiminize emanet olarak) vermiştir. Kimin sorumluluğu altında böyle bir kardeşi varsa ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin ve ona gücünün yetmeyeceği bir iş yüklemesin; eğer ona ağır bir iş yüklerse ona yardım etsin!” [48] derdi.
 
KADINLARA KARŞI SEVGİ VE ŞEFKATLE MUAMELE EDERDİ
Hz. Peygamber, kadınlara karşı da sevgi ve şefkatle muamele ederdi. Onlara toplumda erkekler kadar şeref ve değer verir, ashabına, “Sizin en hayırlınız, ailesine karşı en iyi davrananınızdır.” derdi. [49] Oysa o zamanlar kadınlara karşı çok kötü muamele edilmekteydi.
 
YETİMLERE KARŞI ÇOK DAHA MERHAMETLİ DAVRANIRDI
Yetimlere karşı çok daha merhametli davranır, ashabından da aynı hassasiyeti göstermelerini isterdi. Yüce Allah’ın, “Yetimi sakın üzme, senden bir şey isteyeni azarlama!” [50] emrine en çok bağlı olan kendisiydi.
* Ebû Hurayra’nin rivayetine göre, Allah’ın elçisi, iki parmağını birleştirerek, “Kendi yetimini veya başkasına ait bir yetimi himaye edip yetiştiren kimse ile ben, cennette şöyle beraber olacağız.” demişti. [51]
* “Bir kimse sırf Allah rızası için bir yetimin başını okşarsa elinin değdiği her saç teline karşılık sevap alır” [52] sözleri de, yine o yüce peygambere aittir.
 
HEDİYELEŞMEYİ TEŞVİK ETMESİ
Hediyeleşmek insanî ilişkilerde sevgi ve dostluğun artmasına vesiledir. Hz. Peygamber de hediyeye daha değerlisiyle karşılık verirdi.
Müslüman olarak bütün meselelerde olduğu gibi hediye konusunda da, rehberimiz olan Hz. Peygamber (s.a.s.), Müslümanların tavrının nasıl olması gerektiğini örnek yaşantısıyla göstermiştir. Peygamberimiz en basit iyiliği bile karşılıksız bırakmazdı. Karşılığını mutlaka verirdi. Bunu ümmetine de öğütlerdi. Bir hadis-i şerifte "Size herhangi bir iyilikte bulunana mukabele ediniz. Verecek bir şey bulamazsanız, ona duâ ediniz ki, kendisine mukabelede bulunduğunuz bilinmiş olsun". [53] buyurulmaktadır.
Basit bir iyiliğe bile karşılık veren Allah Rasûlü elbette hediyeyi karşılıksız bırakmazdı. Bunu yakınlarına da öğütlerdi. Hz. Âişe annemiz Peygamberimiz için “Allah Rasûlü hediyeyi kabul eder ve karşılığını verirdi” buyuruyor. Peygamberimiz başka bir hadiste de "Hediyeleşiniz ki birbirinize sevginiz artsın" buyuruyor. Peygamberimiz bütün Müslümanlar için en büyük örnektir. Müslümanların ondan alması gereken birçok örnekler vardır. Allah Rasûlü hediyeyi karşılıksız bırakmamıştır. Müslüman’a yakışan da budur. Hediyeye karşılık verilmesi bunun zorunlu olmasından değil, insanlar arasında sevginin, saygının artmasına ve dostlukların kurulmasına vesile olmasındandır.
 
KOMŞULUK İLİŞKİLERİNE BÜYÜK ÖNEM VERİRDİ
Ailemizden sonra en yakın sosyal çevremizi komşularımız meydana getirir. İyi veya kötü günlerimizde, şartlar en yakın çevre ile temas hâlinde bulunmayı gerektirir. Darlık zamanında yardımlaşma, normal zamanlarda ziyaretleşme, sır sayılabilen hâlleri gizleme, birbirinin hâlinden etkilenme, hatta komşunun mülkünü satın almada öncelik hakkına sahip olma (şûf'a) komşulukla ilgili bir dizi hak ve sorumlulukların kaynağını teşkil etmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de komşu ilişkisinden şöyle söz edilir: "Anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve mâliki bulunduğunuz kimselere iyilik edin." [54]
Hz. Peygamber: "Cebrail (a.s) durmadan bana komşuya iyilik etmeyi tavsiye ederdi. Bu sıkı tavsiyeden, komşuyu komşuya mirasçı kılacağını zannettim" [55] buyurur. Komşusunun, kendisinde ne gibi hakları bulunduğunu soran bir sahâbîye Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle cevap vermiştir: "Hastalanırsa ziyaretine gidersin, vefat ederse cenazesini kaldırırsın. Senden borç isterse borç verirsin. Darda kalırsa yardım edersin. Başına bir felâket gelirse teselli edersin. Evinin damını onunkinden yüksek tutma ki, onun rüzgârını kesmeyesin. Ya senin ne pişirdiğini bilmesin, ya da pişirdiğinden ona da ver" [56]
Peygamberimiz: "Allah'a ve âhiret gününe iman eden komşusuna iyilik etsin" [57] "Allah katında dostların en iyisi arkadaşına, komşuların en iyisi de komşusuna en iyi davrananıdır" [58] buyurmuştur. Komşusunun derdiyle dertlenmenin imandan olduğunu, mü’min için bunun zarûri olduğunu şöyle ifade etmiştir: "Komşusu açken tok olarak yatan kimse bizden değildir." [59] Hz. Peygamber "Komşusu, kötülüklerinden emin olamayan kişi iman etmiş olmaz" [60] ve "Allah'a ve âhiret gününe iman eden komşusuna eziyet etmesin." [61] buyurarak Müslümanlara komşu hakkının önemini belirtmiştir. [62]
 
İNSANLARA HAKARET ETMEMESİ VE ONLARI KAZANMAYA ÇALIŞMASI
Sıkıntılı olduğunda kaba veya sertleşip bağırmazdı. Söz veya hareketle hiç kimseye hakaret etmemiş, gücendirmemişti. Hiç kimse ondan kötü söz işitmemişti. Hiç kimseye arkasını dönmemişti. Mecliste oturan herkes azami derecede saygın ve şerefli muamele gördüğünü hissederdi. Arkadaşa nazik davranmanın, hayırlı bir iş, her hayırlı işin de, bir sadaka olduğunu söylerdi. [63] “İçinizde en iyi olanınız şahsiyet ve ahlâk olarak en iyi olanınızdır.” derdi. [64] Bir hadis-i şeriflerinde de mü’mini şöyle tarif etmişlerdir: "Mü’min başkalarıyla iyi geçinir ve kendisiyle iyi geçinilir. Ülfet etmeyen ve kendisiyle ülfette bulunulmayan kimsede hayır yoktur.” [65]
Keysan adında biri, Efendimiz’in huzuruna gelir, dinlemeye başlar. Efendimiz veciz bir konuşmayla İslâm’ı anlatır. Adam kalkıp giderken, ‘Ben bu söylenenlerden pek bir şey anlamadım’ manasına gelen bir tepkiyle çıkıp gider. Bu tepkili tavırdan memnun olmayan Hazret-i Ömer “İzin ver Yâ Resûlallah, bu saygısız adama haddini bildireyim” der. Ama Efendimiz’in hemen ikazına muhatap olur. “Dur ya Ömer, bize düşen insanları düşündürecek fazilet örneği vermektir!” Bir zaman sonra adam yine gelir. Efendimiz yine olanca sabrıyla İslâm’ı anlatır. Ama adam yine kalkıp giderken aynı tepkili tavrını sürdürür: ‘Ben bu söylenenlerden bir şey anlamadım’ diyerek çıkıp gider. Hazret-i Ömer tepkisini tekrarlar. “Yâ Resûlallah izin ver de şu saygısız adama haddini bildireyim!” Aynı ikaz yine gelir. “Dur ya Ömer! Bize düşen insanları düşündürecek fazilet örneği vermektir!” Aradan bir zaman geçer, bu defa Ömer gelir Efendimiz’in huzuruna: “Yâ Resûlallah, haddini bildirmek istediğim o adam var ya, onu öyle bir hâlde gördüm ki, şaşırıp kaldım. Kendinden geçmişçesine gözyaşları içinde ibadet ediyordu. Sizin sabırla anlattıklarınızı vicdanında düşünüp yorumladıktan sonra tam bir dönüş yapmış.”Efendimiz’in kitaplık çaptaki yorumu şöyle olur: “Ya Ömer! İzin verseydim de ona haddini bildiren bir tepki gösterseydin, cehenneme bir adam itelemiş olurdun. Sabrettik, insanları düşündürecek fazilet örneği verdik, cennete bir adam kazandık!.” Sözlerine, bütün Müslümanları şamil şu ikazı da ekleyerek buyurur ki: “Unutma Yâ Ömer, Müslüman’a düşen, kötü örnek olarak cehenneme adam itelemek değil, iyi örnek olarak cennete adam kazanmaktır!”
Buhârî'de naklolunduğuna göre Hz. Peygamber (sav) Necd tarafına bir askerî birlik göndermiş, bölgede yürütülen askerî harekât neticesinde Benu Hanife'den Sümame b. Asal adlı biri esir alınarak Medine'ye getirilmiş ve Mescidin direklerinden birine bağlanmıştı. Rasûlullâh (sav), Mescide çıktığında: “Ey Sümame, gönlünden ne geçiriyorsun?” diye sordu. Sümame şu cevabı verdi: “Gönlümde hayır ümidi var ey Muhammed! Şayet sen beni öldürürsen kanlı bir caniyi öldürmüş olursun, eğer kurtuluş akçesi için mal istersen, ne kadar istersen veririm!”
Peygamberimiz (sav), ona Müslüman olmasını söyledi, fakat Müslüman olmadı. İkinci ve üçüncü gün de böyle devam etti. Karşılıklı sorular cevaplar tarzında konuşmalar oldu, fakat Sümame bir türlü Müslüman olmaya yanaşmıyordu.
Rasûlullâh (sav) bir süre daha geçince Sümâme’nin salıverilmesini ashabına emretti. Böylece Sümame hiç bir karşılık alınmaksızın salıverildi. Acaba Sümame ne yapacaktı? Herkes bunu merak ediyordu. Çoğu kimsenin memleketine döneceğini sandığı bir sırada Sümame, yıkanıp temizlenmiş olarak Peygamberimizin (sav) huzuruna geldi, Müslüman olarak şöyle dedi: “Ey Muhammed! Vallahi şu yer üzerinde bana senin yüzünden daha düşman bir yüz yoktu. Fakat bu sabah, senin mübarek siman bana, yüzlerin en sevimlisi göründü. Vallahi ben dinler içinde en çok senin dinine düşmandım. Fakat bu sabah senin dinin bana göre dinlerin en sevimlisidir. Vallahi ben memleketler arasında en çok şu senin şehrinden nefret ediyordum. Fakat bu sabah, senin içinde bulunduğun şehir bana göre şehirlerin en sevimlisidir."
İbn Hişam’ın “es-Siretü’n Nebeviyye" adlı eserinde şu bilgiler yer alıyor: Müslüman olduktan sonra da Sümâme’ye yemek çıkarıldı, sabah akşam deve sütü ikram edildi. Daha düne kadar hepsini yiyip içtiği hâlde doymaz gibi davranan Sümâme’ye bugün aynı miktar yemek ve sütün fazla gelmiş olması, sahabeyi hayrette bıraktı. Hz. Peygamber (sav) şu yorumla sahabenin merakını giderdi: “Bunda şaşılacak bir şey yok! İnkârcı hiç doymayacakmış gibi, sanki yedi ağzı ve yedi midesi varmış gibi yer. Müslüman ise açgözlü değildir, o bir ağzı ve bir midesi olduğunun farkındadır.”
Birkaç gün sonra Sümâme, Rasûlullâh’ın (sav) tavsiyesi üzerine umre için Mekke’ye gitti. Mekke ileri gelenleri, İslâm’a girdiği için onu kınamak isterlerse de o aldırış etmez, umre ziyaretini tamamlar. Ancak müşriklerin bu tavırlarına kızarak memleketine dönünce Mekkeliler için çok önemli olan buğday sevkiyatını durdurur. Yani Mekkelilere ambargo koyar.
Bunun üzerine Mekkeliler Hz. Peygambere (sav) mektup yazarlar, İslâmiyet’in akraba ve sıla-i rahim konusundaki emirlerini de hatırlatarak zahire sevkiyatının tekrar başlatılmasını isterler. Peygamberimiz (sav) Hz. Sümâme’ye mektup gönderir. Böylece Yemâme bölgesinden Mekke’ye zahire sevkiyatı tekrar başlamış olur.
Bu olaydan anlıyoruz ki, Peygamberimiz (sav), bir insanı İslâm’a kazanmayı dünya ve içindeki her şeyden daha kıymetli tutmaktadır. Ayrıca henüz Müslüman olmadıkları hâlde Mekkelilere zahire sevkiyatını başlatması ve insafı elden bırakmaması da dikkati çekmektedir. [66]
 
HASTALARI ZİYÂRET ETMESİ
Hz. Peygamber (s.a.s.), ashâbından birisi hasta olsa onu ziyârete giderdi. Hattâ kâfirlerden hasta olanları da ziyâret ederdi. Enes’den (r.a) rivâyete göre Rasûl-i Ekrem’e hizmet eden bir Yahudi genci hastalanınca Peygamberimiz onu ziyârete gidip başucuna oturarak ona Müslüman olmasını teklif etmiş, o da babasına bakınca, babası “Oğlum! Ebû’l-Kasım’a itaat et” demiş, genç de Müslüman olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s.), hastanın yanından çıkınca; “Şu genci Cehennem azâbından kurtaran Cenâb-ı Hakk’a hamd ü senâlar olsun” buyurdu. [67]
Peygamberimiz (s.a.s.), hastaların ziyâret edilmesini, cenâzelerin tâkip edilmesini, zira bunların âhireti hatırlatacağını söylemiştir. [68]
Hasta ziyâreti, Müslüman için bir görevdir. Çünkü Rasûlullah, mü’minleri bir vücudun organları gibi birbirine bağlı görmüş, “Sevilmede, merhamet ve şefkatte mü’minleri bir vücut gibi görürsün. O vücudun herhangi bir organı rahatsız olursa diğer uzuvlar da onunla beraber ıstırap duyarlar.” [69] buyurmuştur. Yine bir hadis-i şerifte Müslüman’ın, Müslüman üzerindeki haklarından birinin hastalandığında, bir mü’min kardeşini ziyâret etmek olduğu belirtilmiştir. [70] En güzel ahlâkı yaygınlaştıran Rasûlullah, en insanî duygularla donatılmış bir yardımlaşma ve kardeşlik ortamı oluşturmuştur. Hasta ziyâreti, insanî duygulardan biridir. Çünkü hasta, böylece kendini yalnız hissetmekten kurtulur, acıları hafifler.
Hasta ziyareti konusunda Peygamberimiz şu tavsiyelerde bulunmuştur:
“Müslüman’ın, Müslüman üzerindeki hakkı beştir: Selâm almak, hasta ziyâret etmek, cenâzenin arkasından yürümek, dâvete icâbet etmek ve aksırana ‘yerhamukellah’ demek.” [71]
“Bir Müslüman, hasta bir Müslüman kardeşini ziyârete gittiğinde, dönünceye kadar cennet hurfesi içindedir.” ‘Ey Allah’ın elçisi, cennet hurfesi nedir?’ diye sordular. Rasûl-i Ekrem şöyle buyurdu: “Cennet yemişidir” [72]
“Hastayı sormaya gittiğiniz zaman onu yaşamağa teşvik edin; rahatlatıcı, teselli edici sözler söyleyin. Çünkü bu, kaderi değiştirmez ama hastanın moralini düzeltir.” [73]
 
CENAZELERE KATILMASI
Hz. Peygamber cenazelere katılmak hususunda büyük bir hassasiyet gösterirdi. Vefatını duyduğu her mü’minin cenazesine mutlaka katılır; ölü için duâ ederken yakınlarını da teskin ederdi. Şu hadise cenazeye katılmaya ne kadar önem verdiğini göstermektedir:
Mescide hizmet eden, temizliğine bakan siyahî bir zât vardı. Hz. Peygamber, onu birkaç gün göremeyince soruşturdu ve öldüğünü öğrendi. Haberi olmadığından dolayı cenazesinde bulunamadığı için üzüldü, kabrini sordu ve gidip istiğfarda bulundu.
"Kim cenâzeyi takip eder ve önce üç kere taşırsa (ölen kardeşine karşı olan) borcunu ödemiş olur." [74]
"Kim çocuğunu kaybeden bir anneye tâziyede bulunursa, cennette ona bir bürde (hırka, kaftan) giydirilir." [75]
Sonuç olarak diyebiliriz ki; burada saydığımız ve sayamadığımız birçok vasfıyla sevgili Peygamberimiz (sas) insanların kalbinde yer almış ve onlarla ebedî dostluklar kurmuştur. 29.03.2016
 
Ekrem YAMAN
Sinop Vali Yardımcısı
Web: www.ekremyaman.com.tr
E-posta: [email protected]
 
KAYNAKLAR:
1. A. Hamdi Akseki, İslâm, İstanbul, 1966.
2. A. Kararan, Nabi, Ankara, 1987.
3. AĞIRMAN, Cemal, Doç. Dr. Hz. Peygamber’in Örnek Şahsiyeti ve Örnekliği.
4. Ahmed b. Hanbel, Müsned
5. Âkif, Mehmed, Safahat, 1977.
6. ALGÜL, Hüseyin, Prof. Dr. Peygamberimizin Şemaili Ahlâk ve Âdâbı, Peygamberimizin İnsanların Kalbini Kazanması
7. ALKAN, Ahmet: Cemiyet Adamı Olarak Hz. Peygamber (s.a.s)
8. BAYRAKTAR, Fatih, Yrd. Doç. Dr, Dost Kazanma ve İnsanların Gönlünü Fethetme Sanatı.
9. en-Nebhânî. el-Fethu"l-kebir. II. 472
10. Kandehlevi, Hayâtü's-Sahâbe, III, 1068.
11. Kur’ân-ı Kerîm.
12. MACİT, Yusuf, Dr. Hz Peygamber Efendimizin Bazı İletişim İlkeleri
13. Sahihi Buhârî.
14. Sahihi Müslim.
15. Sünen-i Ebû Dâvud.
16. Sünen-i İbn Mâce
17. Sünen-i Tirmizî

[1] Yrd. Doç. Dr. Fatih BAYRAKTAR, Dost Kazanma ve İnsanların Gönlünü Fethetme Sanatı.

[2] Ahzab Sûresi: 33/21

[3] Doç. Dr. Cemal AĞIRMAN, Hz. Peygamber’in Örnek Şahsiyeti ve Örnekliği

[4] Tevbe: 9/159.

[5] Mehmed Âkif, Safahat, 1977, s. 179.

[6] Buhârî, Edeb 42.

[7]Enbiyâ, 21/107.

[8] Müslim, Birr 87.

[9] Mü'minûn/8; Meâric/32

[10] Tevbe,9/ 1, 4, 7

[11] Buhârî, Cizye 22, Edeb 99

[12] Buhâri, Tecrid-i Sarih, no: 31-32

[13] Buhârî, Edeb 69

[14] Müslim, İman 62

[15] Ahmet ALKAN, Cemiyet Adamı Olarak Hz. Peygamber(s.a.s)

[16] Tirmizi, edeb 41

[17] Müslim, İman 147.

[18] ALKAN, A.g.e.

[19] A. KARARAN, Nabi, Ankara, 1987, s. 198.

[20] Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 191

[21] Buhârî. Menâkjbu'l-ensâr. 2i: Müslim. Fedâilus-sahâbe. 135;

[22] Tirmizî. Birr. 36.

[23] A. Hamdi Akseki, İslâm, İst., 1966, s. 303.

[24] Müslim. Birr. 144.

[25] İbrahim sûresi:24-26.

[26] Fâtır sûresi:10.

[27] Ahmed b. Hanbel. Müsned. II. 326. 350.

[28] Dr. Yusuf MACİT, Hz Peygamber Efendimizin Bazı İletişim İlkeleri

[29] MACİT, A.g.e.

[30] MACİT, A.g.e.

[31] MACİT, A.g.e.

[32] Buhârî, Edeb 39.

[33] Buhârî, Edeb, 68-, Müslim, Zekât, 128.

[34] Al-i İmran Sûresi, 159.

[35] Nûr, 24/27

[36] Nisâ, 4/86

[37] Buhârî, İman, 6-20

[38] Müslim, Îman, 93

[39] Ebû Davûd, Edeb 133

[40] Bk. Kehf: 18/128.

[41] Ahmed b. Hanbel, II, 425.

[42] İbn Mâce, Zühd 7.

[43] Buhârî, İsti’zân 15.

[44] Buhârî, Edeb 22.

[45] Buhârî, İlm 18.

[46] Buhârî, Nafakât 9.

[47] Buhârî, Edeb 18, 22.

[48] Buhârî, İmân 22.

[49] İbn Mâce, Nikâh 50; Dârimî, Nikâh 55.

[50] 93 Duhâ: 9-10.

[51] Buhârî, Talak 25, Edeb 24; Müslim, Zühd 42.

[52] Ahmed b. Hanbel, V, 250.

[53] Ebû Dâvud, Zekât 8

[54] Nisâ/34

[55] Buhârî, Edeb 28

[56]Kandehlevi, Hayâtü's-Sahâbe, III, 1068

[57] Buhârî, Edeb 31

[58] Buhârî, İman 31

[59] Müslim, İman 74

[60] Buhârî, Edeb 29

[61] Müslim, İman 73, 75

[62] Ahmet ALKAN, A.g.e.

[63] Buhârî, Edeb 33.

[64] Buhârî, Edeb 38.

[65] en-Nebhânî. el-Fethu"l-kebir. II. 472.

[66] Prof. Dr. Hüseyin ALGÜL, Peygamberimizin Şemaili Ahlâk ve Âdâbı, (Peygamberimizin İnsanların Kalbini Kazanması)

[67] Buhârî, Cenâiz 80

[68] Buhârî, Cihad 171

[69] Buhârî, VII/12

[70] Tirmizî, Edeb 1

[71] Buhârî, Cenâiz 2

[72] Müslim, Birr 40-42

[73] Tirmizî, Tıb 35

[74] Tirmizî, Cenâiz 50

[75] Tirmizî, Cenâiz 74