Yaklaşık yedi yüz yıl önce İbn Haldun tarafından söylenmiş.
Kimliğimizin en doğru tanımı belki de alışkanlıklarımızdır.
Alışkanlıklarımız, daha doğrusu “normalleştirdiklerimiz”
Corana Virüs salgınının ülkemizde “resmi” olarak başladığı 10 Mart tarihinden itibaren, her akşam, hasta, ölen ve iyileşen sayılarını dinliyoruz. Her akşam salgın hastalık durumuna daha da alışıyoruz.
“Normalleştiriyoruz.”
Dünyada günde 25 bin kişinin, yılda milyonlarca insanın açlıktan ölmesini bile normalleştirmişiz artık…
Çünkü açlığın, bizden çok uzakta, yıllardır hangi kıtada, hangi ülkenin insanlarını etkilediği belli…
İstendiği takdirde ve tabii ki “istenildiği oranda” kolaylıkla çözüm getirilebilir.
Bu yüzden her yıl açlıktan ölen milyonlarca insan normalleştirilirken; zengine, ünlüye, başkana hatta kralına bulaşabilen bu virüsün, tamamen kontrol altına alınmadan, normal algılanmasına izin verilmeyecektir.
Corana Virüs(Covid-19), istatistiklerde ölüme yol açan diğer hastalıklardan çok daha alt sıralarda yer almasına rağmen birinci ve en önemli gündem maddesi olmaya bir süre daha devam edecektir.
Elbette ki dünya çapında pandemi kabul edilmiş bir hastalığa karşı kayıtsız kalmamız ve tedbir almamamız düşünülemez.
Gerekli tedbirler alındığı takdirde tarih boyunca bütün salgın hastalıkların geçmesi gibi Corana Virüs etkisi de bir gün bitecektir.
Ancak gereksizce yağmalayan, stoklayan, fırsatçı ve bencil zihniyet hiç bir dönem bitmeyecek gibi görünüyor.
Hiç de sürpriz olmayan 48 saatlik bir sokağa çıkma yasağının ilanıyla birlikte tüm uyarılara rağmen insanların tedbirsizce sokağa döküldüğüne, bir anda dükkanların önünde oluşan kuyruklara hatta o kuyruklardaki kavgalara şahit olduk.
Bütün bunlar aç kalma korkusundan mı yaşandı?
Ekmek bulamasalar bile evlerinde pasta yapacak malzemesi olan insanların bu hali sadece bencilikle veya cahillikle açıklanacak bir durum değil bence…
Alıştığımız düzenin vazgeçilmez olduğuna dair inancımız o kadar güçlü ki en basit detayı hayati önemde algılayabiliyoruz.
Keyfi alışkanlıklarımız bile toplumsal sorumluluklarımızın hatta insanlığımızın önüne geçebiliyor.
Sahip olmamız gerektiğine inandırılan şeylerin ne kadarının zaruri, ne kadarının keyfi olduğunu hiç düşünmeden hunharca elde etmeye çalışıyoruz.
Tüketerek mutlu olmaya güdülenmek yeni bir şey değil ancak, adeta bir refleks gibi, bir anda bütün değerlerimizi hiçe sayarak bu kadar küçük şeyler için birbirimizin gözünü oyabilme potansiyelimizi zor zamanlarda keşfettik.
Oysa ki, açlığın da tokluğun da sınırları algılarımızdan geçiyor.
Algılarımızı kendimiz yönetebilme iradesini gösterebilmiş olsaydık, bugün, dünyanın gündemi çok farklı olabilirdi.
Mutlaka olmalı diye pazarlanan ne varsa ihtiyacımız kadarını “seçerek”, bilinçli ve “diğergamlı” tüketseydik birçok hastalıktan, bağımlılıktan, israftan ve öz değerlerimizden bizi uzaklaştıran her türlü illetten arınabilirdik.
Belki o zaman birilerinin çok nefis algıladığı o yarasa çorbası bizi bu kadar ilgilendirmezdi.