Kelimelerin kifayetsiz kaldığı zamanlardayız.
Evler, okullar, hastaneler, dar sokaklarda oynayan çocuklar bayram günlerinde bombalandığı için değil…
Bütün dünya yaşananlara seyirci kaldığı için değil…
Güçlü olana kimsenin sesini çıkaramadığından da değil…
Bütün bunların geçmişte o kadar “tekerrür etmişliği” var ki; sadece acının dışında kalanlar değil, yarası devamlı kanayanlar da “çaresizliğe alıştığı” için bu böyle
Elbette direniş hep var; evlerini boşaltmamak için mücadele edenler, sokak çatışmaları, farklı şehirlerde meydanları dolduranlar ve sonrasında “demir kubbe zannedileni” aşabilen birkaç rokete karşılık son teknoloji füzelerle ve ne oldukları tam olarak “açıklanmayan” korkunç silahlarla vurulan siviller…
“Demir kubbe zannedileni” aşan roketler bile daha çok işgalcilere hizmet ediyor. Katliam ve vahşet bir anda “tarafların çatışması gibi servis ettiriliyor dünyaya” ve işte tam bu noktada, post-truth zamanların bir laneti olarak, kelimeler de kifayetsiz kalıyor “hakikat” de…
Elbette umut da hep var; basının tüm çarpıtmalarına, sosyal medya sansürlemelerine, algı oyunlarına, Birleşmiş Milletlerin ve devletlerin sessizline rağmen sivil tepkilere ve protestolara şahit oluyoruz.
Bence asıl önemli soru şu: protesto etmekten başka ne yapılabilir?
Gerçekten çaresiz miyiz, yoksa çaresizliğe mi inandırıldık?
Yapılabilecek en güzel sivil hareketlerden biri olan, hatta caydırıcı etkiye sahip eylemlerin başında işgalci ülkelerin ürünlerini boykot etmek geliyor.
Bugüne kadar İsrail başta olmak üzere pek çok ülke için boykot kampanyaları başlatıldı ancak belli bir süre sonra unutuldu.
Bu unutkanlığın bir sebebi de “çaresizliğe alışmak” kadar alışkanlıkların bizi çaresizce kuşatmış olması.
Bugün hepimiz ölen çocuklar için ağlıyoruz ama yarın standartlarımızdan, damak zevkimizden bile feragat edemiyoruz.
Gündem hızla değişirken/değiştirilirken toplumun aynı duyarlılığı koruması mümkün olmasa da, bugün, bir şey yapmak adına “alışkanlıklarımızı” masaya yatırıp, onları yeniden şekillendirebiliriz.
Filistin’den, Doğu Türkistan’dan ve tüm mazlum coğrafyalardan gelen görüntülerin “dokunduğu vicdanlarda” alışkanlıkları değiştirmek için rehaveti ve ataleti yenilgiye uğratacak irade de kalmış olmalı.
Her birimiz “kurtulması mümkün alışkanlıklar listesi” hazırlayarak ve onların yerine uzun vadede alternatifler geliştirerek sözde demir kubbeleri roketlerden daha fazla aşacağız belki de.
Bizim vazgeçilmez zannettiğimiz alışkanlıklarımızdan kurtulabildiğimiz nispette sadece ruhumuzu değil, Kudüs’ü ve işgal altındaki tüm şehirleri özgürleştireceğiz; “yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer” gibi.
Hakikati rahatlıkla çarpıtanlar için “eylemlerin sürekliliği” ile baş edebilmek o kadar kolay olmayacak zira; işte bu sebeple nelere “alıştığımız” da önemli, bizi neye alıştıra-ma-dıkları da…
Bu yüzden “bir tek benimle ne olur ki” düşüncesi yerine, “bir tek kendimle kaldığımda verilecek cevabım var mı” düşüncesi daha baskın olmalı hesap gününe inanan herkes için.