Ya Şems, hiç gitmeseydi?
“Mevlana’ya hiç gelmemesi” halinin bir başka ifadesi olabilir miydi?
Düşünüyorum da; vakitsiz ayrılmak ya da hiç karşılaşmamış olmak, belki de en zoru birlikteyken başkalaşmak, kendini de “ötekini” de hiç hesapta olmayana dönüştürmek…
Paulo Coelho “Aşkı yaratan “ötekinin” varlığından çok yokluğuydu” diyor.
Belki de bu yüzden hiçbir varlık yokluğu kadar etkili olamıyordu.
Varlığı “tezat” olanıyla anlamlandırmanın bir bedeli olarak; yokluğunda hissedilen, duyumsanan ne varsa hiç “sapmadan” var oluşunu mümkün kılamıyordu.
Yokluğunda sevmenin/bulmanın ya da hiç görmeden inanmanın kıymeti de buradan gelmiş olmalıydı.
Görmeden inanmak…
Görmeden sevmek…
İmkânsızlık çağrıştırsa da, geçmişte ve günümüzde değeri hiç eksilmeden süregelmiş “mutlak teslimiyet” halinin sonsuzluğa taşıyacak iki kanadı sanki.
Belki de sebepsiz yaratılmış yegâne şey olan gerçek aşkın işleyişi. İnsanın, beşeri duyguları araçsallaştırarak “O” nu arayışı.
Makul sevmelerin, karşılıklı değer vermelerin ve bütün bu alışverişin çok ötesindeki “aşk” mefhumunu varlıkta değil yoklukta bulan Mevlana Celalettin Rumi’nin, “Şeb-i Arus” 747. Vuslat yıldönümünde hem Mevlana’yı anlamak hem de aşka dair her zaman söylenmemiş bir şeyler olduğu umuduyla “vuslatı” yazmaya çalışmak istedim.
On üçüncü yüzyılın Müslüman âlimi Mevlana’yı bütün dinleri memnun etmeye çalışan bir tür sûfi öğretiye dönüştürmüşken, bugün geldiğimiz noktada, maskeyi öpüp başına koyan semazeni de anlıyoruz elbette, herkesi anladığımız gibi.
Benim “asıl” anlamak istediğim; bir ölümlü için cazibesini aynı zamanda sarsıcılığını hiçbir zaman kaybetmeyen “Şeb-i Arus”: düğün ve cenazenin yer değiştirmesi, vuslatın yoklukta zuhur bulması.
Gerçeklik anlatısının “hakikat” perdesinde yitirilişi miydi vuslat?
Vuslatın yoklukta gerçekleşmesi üzerine düşünmenin ürpertisiyle, insanın kendi teslimiyetini sorgulamasına çıkıyordu bütün yollar.
Teslimiyet; aşkın en sahici hali miydi, varlığını, “O”nun varlığında eritircesine gerçekleşen bir vuslat mıydı, yoksa hiç sorgulamamak mıydı?
Oysa ben, her şeyin zıttı ile var olduğu tezatlar evreninde “sorgulamak” ile “teslimiyetin” ayrı yerlerde olduğunu düşün-me-mek gerektiğine inanıyorum.
Zorlama ve menfaat olmadan “seçilmiş” bir teslimiyetin, asla köreltmeyeceği gibi, filtresiz bakmayı ve her şeyin aslını keşfetmeyi mümkün kılacağını düşünüyorum.
İşte tam da bu yüzden, vuslatın, kavuşmaktan çok teslim olmakla ilişkilendirilmesi gerektiğini ve aşkın yoklukta vücut bulan halinin, mesafelere ve çaresizliklere karşı bir teselli değil, “ötekinin” aşinalığının derinliği nispetinde, o derinliğin “yakalanabildiği” kadar ve o derinliğe vakıf olunabildiği takdirde idrak edilebileceğini zannediyorum.
O derin aşinalık, kanatlandırdığı kadar dibe vurdursa dahi, ona “rast gelme” fırsatını bulan seçkinlere göre onunla hiç karşılaşmamış olmaktan yeğ tutuluyor olmalı…
Belki de, sadece bu tercihi yapabilenler yokluğun azametine erişebilir ya da yokluk ile varlık arasındaki çizgiyi eritebilir.
Mevlana’nın ölüm gecesini düğün gecesi olarak niteleyebilmesini varlığını, elinde “var” iken, kayıtsız şartsız “O”na teslim edebilme cesareti göstermesiyle açıklayabiliyorum kendime; bu cesareti ise ruhuna bu kadar aşina olan ile kesişen yolunun ayrılığa çıkmasıyla birlikte vuslata dair tefekkürüyle…
Şah damarımızdan yakın olanın “yokluğunda bilinmeye kıymet vermesi” sırrı çözülemeyen bir kördüğüm gibi ortadayken, “geç kalınmış zannedilen karşılaşmaların”, ayrılan yolların, yanılgıların ve bütün olmamışlıkların hikmetini anlamak için gösterilen çaba bile kifayetsiz kalıyor.
Sadece teslim olmayı “seçebilecek” iradeyi gösterebilenler kurtuluyor yok olmaktan…