İnsanlar gerçek bilgi sahibi olmadığı bir konuyu başkalarına neden aktarma, söyleme ya da anlatma ihtiyacı hisseder?
Biliyorsunuz, başkalarını çekiştirmek ve kınamak üzere yapılan konuşmaya dedikodu deniyor. Bunun başka bir adı da gıybet… Hatta yumuşatılmış haliyle söylenti de denildiği olmaktadır. Bana göre dedikodu; aslı, astarı, temeli olmayan boş laftan ibaret.
Dedikodunun kökeni, dilin ortaya çıkışına kadar gidiyor.
Son zamanlarda dedikoduların iş sohbeti, toplantı sonrası bilgilendirme, koridor sohbetleri gibi adlar altında yapıldığını duyuyoruz. Niyet aynı olduktan sonra kelimeleri değiştirmenin bir manası kalmıyor aslında.
Toplum içerisinde öyle kişiler var ki, tek sermayesi “dedikodu” maalesef.
Dedikodu dünyanın her yerinde kötü bilinir. Toplumlar arasında kabul görmez ama yine de kulak kabartılır dedikodu yapanlara, yayanlara. Bu hal birazda, hani derler ya halk arasında “Fala inanma, falsız da kalma” sözüne benziyor. Oysa dinimiz İslâm’da yasaklanmış fiiller arasındadır dedikodu yapmak, gıybet etmek, arkalayı çekiştirmek, iftira atmak...
Temelsiz söylenti olarak bir kenara itilse de dedikodunun politikada da dünyanın genel işleyişinde de önemli bir yeri vardır. Bazı mekânların dedikodu üretim atölyesi gibi çalıştığı da söylenir. Bir şehirde, ya da o şehrin bir mahallesinde neler olup bittiğine dair ilk ham bilgilerin bazı esnaflardan öğrenilebileceği hep ifade edilir. Bunlar arasında berberler, terziler, kahvehaneler, hatta taksi şoförleri gibi esnafların akla ilk gelen gruplar olduğu ileri sürülür. Dedikodu kazanının eski yerleşim mahallerinde, gecekondu evlerinin kapı önlerinde kaynatıldığından bahsedildiği de olur. Keza fısıltı gazetesi de öyle. Bu arada orta sınıfın üstünde soylu kesimin uğrak yeri olan çeşitli cemiyetleri, kulüpleri, sosyal mekânları da unutmamak gerekiyor.
Geçtiğimiz günlerde bir kitap elime geçti; kapağında şu cümle yazıyordu: Düşün, Bir de Sağlıklı Düşün! Baştan sona okudum. Sağlıklı düşünme yolunda 21 adım anlatılıyordu. O kitapta şu anlatım dikkatimi çekti:
Sokrat’ın bir tanıdığı bir gün büyük filozafa rastlamış ve demiş ki:
- Arkadaşınla ilgili ne duyduğumu biliyor musun?
- Bir dakika bekle, diye cevap vermiş Sokrat. Bana bir şey söylemeden evvel senin küçük bir testten geçmeni istiyorum. Buna “Üçlü Filtre Testi” deniyor.
- Üçlü filtre mi?
- Doğru, diye devam etmiş Sokrat. Benimle arkadaşım hakkında konuşmaya başlamadan önce, bir süre durup ne söyleyeceğini filtre etmek, iyi bir fikir olabilir. Bu, ona üçlü filtre testi dememin sebebi. Birinci filtre, Gerçek Filtresi. Bana birazdan söyleyeceğin şeyin tam anlamıyla gerçek olduğundan emin misin?
- Hayır, demiş adam. Aslında bunu sadece duydum ve…
- Tamam, demiş Sokrat. Öyleyse, sen bunun gerçekten doğru olup olmadığını bilmiyorsun. Şimdi ikinci filtreyi deneyelim: İyilik Filtresi. Arkadaşım hakkında bana söylemek üzere olduğun şey iyi bir şey mi?
- Hayır, tam tersi… demiş adam. Öyleyse, diye devam etmiş Sokrat. Onun hakkında bana kötü bir şey söylemek istiyorsun ve bunun doğru olduğundan emin değilsin. Fakat yine de testi geçebilirsin. Çünkü geriye bir filtre kaldı. İşe Yararlılık Filtresi. Bana arkadaşım hakkında söyleyeceğin şey, benim işime yarar mı?
- Hayır, gerçekten değil…
O halde, diye tamamlamış Sokrat. Eğer bana söyleyeceğin şey doğru değilse, iyi değilse ve işe yarar, faydalı değilse, bana niye söyleyesin ki?
Bilgi sahibi olmadığımız konu üzerinde konuşmamalıyız, eleştiride bulunmamalıyız. Her zaman gerçeklerden, doğru bilgilerden yana, samimi, içten ve dürüst olmalıyız.
Dedikoduya olumlu pencereden bakanlar da çıkabiliyor. Bazı akademisyenler dedikodu yapmanın dili geliştirdiğini, insanların bazılarını da rahatlattığını ileri sürse de faydalı bir davranış şekli kesinlikle değildir, kimseye faydası da yoktur; bilakis başta arkadaşlık ilişkileri olmak üzere aile hayatında, hısım akraba iletişiminde zararı çok büyüktür. İnsanların hayatını tarumar edebilmektedir.
Onun içindir ki; hakkında bilgi sahibi olmadığımız konularda temkinli olmalıyız.
Gerçekler öyle ya da böyle mutlaka bir gün ortaya çıkıyor.