Ülkü ÖNAL
Araştırmacı-Yazar

Uzun zamandır Batı ve Orta Karadeniz köylerinde yaşayan Artvin muhacirlerini araştırıp bir yazı kaleme almak istiyorum. Bu düşüncemi kısmen 2021 yılının yaz aylarında gerçeğe dönüştürdüm. Çorum seyahatim sonrasında Metro Turizm’den aldığım biletimle önce Bafra’ya gitmeyi planlamıştım. Yolculuğum sırasında planımı değiştirerek yol üzerindeki Havza’da inmeye karar verdim. Şirket yetkilileri ve şoför sorun olmayacağını söyledi. Havza’ya yaklaştıkça, şoför, kaba bir üslupla terminale giremeyeceğini çevre yolunda bırakacağını söyledi. Karşılayacak kişi 80 yaşında bir büyüğüm, onunla görüştürdüm. Şoför, terminale giriş parasını benden talep etti. Terminale girmeye gerek olmadan yolun karşısında da bırakabileceğini söyledi. İnerken şoföre parayı verip dedim ki “İstiyorsan fazlasını da verebilirim.” Yabancı ve yalnız bir yolcu olduğum için, bu duruma düşmeme çok üzüldüm. Yeni okuduğum İbni Batuta Seyahatnamesi’nde Türk-İslâm coğrafyasında, yolcuların ücretsiz konaklayıp ağırlandığını okumuştum. “Biz ne ara böyle olduk?” dedim!

Ataları Artvin Mazlumoğullarından olup Havza’ya muhacir olarak yerleşen arkeolog Naşide Gencer beni karşıladı. Daha önce telefonla uzun sohbetlerimiz olmuştu. Ardanuç ve Çevresi Sülale Adları kitabımı istemişti soyunu araştırırken. Oranın meşhur lokantasına götürüp döner yememi istedi. Çok lezzetliydi. Atatürk’ün Havza’ya gelişinde kaldığı evi müze yapmışlar, oraya çıktık. İki katlı, güzel bir konaktı ama içerisindeki eşyaların bazıları sırıtıyordu. Eskiciden alındığı, yöreye ait olmadığı açıkça belliydi. Vatanın kurtuluşunda emekleri olanların fotoğrafları ve hayatları hakkında bilgi vardı. Artvin Belediye Başkanı Demirhan Elçin de eski bir konağımızı onarıp yöresel eşyalarımızla donatsa ve kahramanlarımızın fotoğraflarına yer verse diye içimden geçirdim.   

Yanında yöresel ahşap bir ev vardı. Uzaktan çektim mimarisi ilginçmiş. İlk çağdan beri meşhur olan kaplıcaların otellerini gördüm. Halkın yararlanabileceği uygun oteller yok gibiydi. Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi yapılarının yan yana olanlarının fotoğraflarını çektim. Rumlar tepede otururmuşlar, Türkler ve Ermeniler aşağıda… Alevi kardeşlerimiz ve Çerkezler de varmış. Hoca, Artvinlilerin çok kültürlü, saygılı ve eşlerine karşı son derece şefkatli olduğunu söyledi. Artvin’de bir kahveye gittiğinde, nasıl medeni bir şeklide karşılayıp ağırladıklarına şaşırmıştı. Kubaba adlı hakemli dergiyi çıkarıyordu. Şaka yollu, “Okumaya-yazmaya bu kadar meraklı olmanız ve dergi çıkarmanız Artvinli damarınızdan geliyor.” dedim. O da onayladı! Annesinden kalan arsada biriktirdiği yöresel eşyaları sergileyeceği Havza Evi yaptırmayı planlıyordu. 

Neşide Gencer ile görüşmemiz sırasında kısa bir söyleşi gerçekleştirdim: 

- Sizi tanıyabilir miyiz?
“Ben, Naşide Gencer. Samsun Vezirköprü doğumluyum ve 80 yaşındayım. Baba tarafım 93 Muhaciri, Artvin şehir merkezinden. Muhacirlik zamanı, Rus işgalinde Batum’a geçiyorlar. Vapurlarla Samsun’a geliyorlar. Vezirköprü’de birkaç yıl kaldıktan sonra Havza’ya gelip yerleşiyorlar. Diğer akrabalarım Merzifon’a geçiyorlar. Orada epey kalabalık oluyorlar ama Rus çekilince geri dönüyorlar. Hatta Borçka-Artvin arasında Çoruh’ta ters yüzenler bile var. Oradaki akrabalarımız, yani Mazlumoğlları, Algın soyadını alıyor. Küçük bir ailede Ladik’e yerleşiyor. Başlangıçta muhacirler için gurbette yaşamak çok zor. Ama çalışkan, medeni insanlar. Kültür farkı olduğu için aylık otu gibi kalıyorlar.”

- Artvin’le ilgili izlenimlerinizi anlatır mısınız?
“Atalarımın topraklarını görmek için iki defa gittim. Çok medeni insanlardı. Bazı şeyleri sormak için kahvehanelere gittim. Erkekler kalkıp yer gösterip çay ısmarladılar. Trabzon’dan öteye medeniyetin etkisini gözledim.

- Dergi çıkarmanız nasıl oldu?
“Tıp okumak istedim ama arkeolojiye ancak girebildim. Sonuçta sevdim. Klasik memurluktan sonra emekli olmadan dergi çıkarmayı düşündüm. 2003 yılından itibaren emekli oldum ve dergi çıktı. 29. sayısı çıktı Kubaba’nın… Arkeoloji, sanat ve sanat tarihi dergisidir. Antik Çağ’daki uygarlıkları inceleyen arkeoloji dergisidir. Bizans, Roma, Selçuklu ve Osmanlı dönemini kapsayan belge ve bilgiye dayalı makaleler yayınlıyoruz.” 

- Gürcistan’a gittiniz mi?
“Batum’da akrabalarımın olduğunu öğrenince gittim. Tiflis’e de geçtim. Orada kaldım, yeni arkadaşlar edindim. Kız kardeşimin eşi de Batumlu.” 

- Kafkasların arkeolojisine ülkemizde yer veriliyor mu?
“Verilmiyor. Tiflis, doğa ve tarih bakımından Ortaçağ kenti gibi. Kür Nehri, şehri ikiye bölüyor. Kiliseleri çok fazla... Mimaride Türk etkisini de görüyorsunuz. Özellikle Kür Nehri’nin etrafındaki ahşap evlerde... Evlerin dış cephelerine Roma ve Yunanlılara ait Neoklasik dönem yansımış. Şâirlerini, tarihî kişilerini ve sanatçılarını köylerinde dahi biliyorlar. Bunların heykellerine köylerinde dahi rastlayabiliyorsunuz. Sanatçılar, yazarlar mezarlığı ve heykelleri var.”

- Türkiye çapında meşhur Ardanuçlu Âşık Efkârî’mize ait ilçemizde bir şey yok!
“Türkiye’de yeni yeni başladı.”

    - Gürcistan’da çok sayıda koç başlı heykeller varmış. Özellikle Karapapak Türklerinin yoğun olarak yaşadığı Tiflis yakınındaki Borçalı bölgesinde…
“Tunceli ve Kars’ta da var. Ben o konuda bir şey söyleyemeyeceğim. Akkoyunlularla ilgili olabileceği söyleniyor. Gönye’de Roma dönemi yerleşimi var.

- Teberce diye bir dil konuşuluyormuş bu bölgede…
Dergimize zaman zaman yazı gönderen Hititolog Prof. Dr. Rukiye Akdoğan var. Hitit dilindeki sözcüklere Derleme Sözlüğü’nde de rastlıyor. Türkçeye geçen 50-60 Hititçe kelime yayımladı. Merzifon ve Havza ağızlarında Hititçe sözcükler bulunmakta. Bazı hocalar ‘Gizli Dil’ denilen Teberceye; Kırşehir, Keskin, Ankara bölgelerinde, özellikle de Abdallar’da rastlanılıyor. 

      Havza’nın yemek kültürünü yansıtan bazı tarifleri de derledim. Derlediğim Havza yemeklerinin tariflerine de burada yer verelim: 

Topakaş Çorba: Selçuklu yemeğidir. Mayasız hamur açılır. Makarna gibi doğranır. Küçük karelere ayrılır. Yeşil mercimek pişirilir. İçerisine kare hamurlar atılıp bir müddet kaynatılır. Sarmısaklı yoğurt ve eritilmiş tereyağına nane atılarak servis yapılır.


Yanaş Çimçik: Mayasız hamur açılır. Şeritler halinde kesilir. Daha sonra küçük üçgenler biçiminde kesilir. Pirinçle birlikte pişirilir. Üzerine sarmısaklı yoğurt dökülür. Tavaya tereyağı eritilip salça katılarak yemeğin üzerine dökülür.

Haluçka (Alişka Çorba): Un suyla özelenir ve katı hale getirilir. Kaşıkla alınabilecek hale getirilir. Diğer tarafta et, nohutla pişirilir. Salça da ilave edilir. Bu suya, bir kaşığın ucuyla hamurdan parça alıp mekik şeklinde atılır. Pişimine yakın içerisine maydanoz doğranır. 

Gül Şurubu: Güller şişeler içerisine doldurulur. Su ve limon tuzu eklenerek güneşte bekletilir. Kırmızı renge döndüğü zaman süzülerek içilir.

Gül Reçeli: Taze güller şekerle ovulur. Pişirilirken limon tuzu eklenir. Biraz da tereyağı konulur. Bu işlem bozulmasını önleyip parlaklık verir. 

Köy Böreği: Hamur yoğrulduktan sonra üzeri yağlanmış tepsiye yayılır. Arasına kavrulmuş yumurtalı kıyma dökülür. Üzerine tekrardan yufka koyularak pişirilir.  

Tas Kebabı: Yeşilbiber, domates, soğan ve et geniş bir tasa konur. Baharat, tuz ve tereyağı konarak karıştırılır. Su konulup derin bir tencerenin içerisine tas çevrilir. Ağırlık olsun diye üzerine taş koyarak tencerenin kapağı örtülür. Yavaş yavaş pişer ve suyunu dışarıya verir. Etrafına pirinç dökülür. Piştikten sonra tepsiye çevrilir. Ortada tas kebap, etrafında ise pilav olur.

Keşkek: Bayram, düğün ve özel misafirlere yapılır. Çift kulplu çömleklere kemikli tavuk eti yerleştirilir. Eskiden kaz etiyle yapılırdı. Üzerine keşkeklik bulgur serilir. Su ve tuz ilave edilerek ağzı kapanır ve ev fırınlarına akşamdan konulur. Sabahtan çıkarılınca üzeri kırmızı bir kabuk bağlar. Çömçe denen kepçeyle iyice karıştırılır. Etlerin kemikleri çıkarılıp tekrar dövülür. Et ve buğday özleşip bir macun halini alır. Bunun üzerine eritilmiş tereyağı ve salça dökülerek servis yapılır.

Etli Üzüm: Kuru üzüm yıkanır, temizlenip tencereye konup pişirilir. Pişmiş etli nohudun içerisine dökülür. Az şeker ve salça da konur. 

Kaypak: Hamur açılır, iri kareler şeklinde kesilir. İçerisine süzme yoğurt ve maydanoz koyulur. Üçgen biçimde kapatılır. Sıcak suda haşlanıp tepsiye çıkarılır. Tereyağı ve salça dökülür.

Kaz Tiriti: Kaz bir tencerede pişirilir. Suyu ve yağıyla bulgur yapıp kaz etrafına dizilir. Yufka ve ekmekle yenir.

Baklalı Dolma: Islatılmış kuru baklanın içerisine maydanoz, dereotu, biber, domates, salça ve sıvı yağ konarak karıştırılır. Baharatları eklenir. Et de konulabilir. Mercimekli de yapılır. Asma yaprağının içerisine konarak bohça şeklinde kapatılır. Tencereye dizilir, üzerine ve altına kemikli et konur.

Vezirköprü: Süzme yoğurt, dereotu ve katıkla karıştırılır. İçerisine yarma konarak bir gece bekletilir. Tepsiye döşenir, tereyağı da konarak fırına sürülür.

Sinop Yollarındayım
Havza’daki gezimizi tamamlayarak akşam Bafra’ya vardık. Diğer yerlerin terminallerinden daha haraketli geldi bana... Halamın oğlu Metin Taş, Bafra Devlet Hastanesinde çalışıyordu. Yeğenim Berkay gelip aldı ve eve gittik. Diğer kardeşi Sabahattin’in eşi ve çocukları da oradaydı. Ertesi gün, öğleden sonra Metin, işinden izin aldı. Çok görmek istediğim Sinop’a doğru yola çıktık. 

İki tarafta göz alabildiğince yeşil ve düz alan. Kızılırmak’ı ve gelinlerin mutlaka geldiği meşhur Çetinkaya Köprüsü’nü geçtik. Yollar çok güzeldi. Babamın ilk öğretmenliğini yaptığı Ayancık tabelasını görünce duygulandım. Metin dedi ki, keşke dayımı çalıştığı köye götürseydim. Büyükdüzü adlı Çerkez köyüymüş. Düğünde bir kızı oyuna kaldırmasını istemişler. Kız oturmadan oyunu bırakırsan, bir daha evlenemez diye tembih etmişler. 

Tarihî surların olduğu yere vardık, aşağıda deniz görünüyordu. Kalesinde nazlı bayrağımız dalgalanıyordu. Biraz ilerledik meşhur Sinop Hapishanesinin tabelasının gördük. Turistler fotoğraf çektiriyordu. Restorasyon olduğu için kapalıydı gezemedik. Deniz kenarına indik, yolun üzerinde tarihî bir bina vardı. İyi ki tabela çakmamışlar. Yanına koymuşlar. Meşhur Rıza Nur Kütüphanesine vardık. Tarihî bir binaydı ve denize nazırdı. Bu binayı Rıza Nur satın alarak kütüphane kurmuş ve devlete bağışlamıştı. Çok güzel dizayn edilmişti. Mobilyalar da uygundu. 20 sene bodrum, çatı ve zemin kattaki halk kütüphanelerinde çalışmış biri olarak kütüphaneye bayıldım. Ayrılmak istemedim. Elime bir kitap alıp denize karşı okumak isteğime zor karşı koydum. Üst katta müdürün odasına çıktık. Artvin’de kütüphaneci olan müdür Erol Akarslan çok çalışkan biriydi ve ben onu hep takdir etmişimdir. Kütüphaneyi görünce gururlandım. Rıza Nur’un çalışma masasının ve kitaplarının olduğu odayı görünce keşke ben de kitaplarımı bağışlayabilsem de adım yaşasa diye düşündüm. Bağış kitaplarının başına gelenleri duydukça kitaplarımızın akıbeti ürkütüyor. Kütüphanede okul öncesi çocuklar için bölüm ve emeklilerin gelip TV izleyip, kitap okuyacakları bölüm de güzeldi. Kitapların dışarı çıkarılmaması için koyulan elektronik cihaz vardı. 

Kütüphaneden ayrılıp hemen karşısındaki lokantada meşhur Sinop mantısı yedik. Yarısını klasik yoğurtlu sarımsaklı, yarısını da cevizli istedik. Gerçekten övdükleri kadar lezizdi. Merkezde ki arkeoloji müzesini gezdim. Bahçesi büyüktü bir çok tarihi eserler sergileniyordu. Su altından çıkarılan testiler çoktu. Aslanların ceylanı yemesi heykeli ilginçti. Biraz aşağıda Kİ Etnoğrafya müzesine gittim. Ahşap 3 katlı büyük bir konaktı. Yöresel eşyalar sergileniyordu ama bazıları bu ile ait değildi. Havzada da burada da çıkrıklar bizimkilerden daha çok emek sarf edilerek süslemeler yapılmıştı. Meşhur Sinop burnuna çıktık manzarası çok güzeldi. Radar varmış sökmüşler. Arka taraftaki yoldan şehir merkezine indik. Yol kenarlarına inşaat artıkları ve çöpleri dökmüşler. Ne kadar değerli bir yerde yaşadıklarının farkında değiller herhalde. Yolda kaz sürüsüne rastladık. Metin “ sahibi ya Karslıdır ye Ardahanlıdır” dedi ama Havza da da kaz olduğunu söyleyip tezini çürüttüm.

Sinop’ta Batum  muhacirlerinin olduğunu biliyordum. Kültür ve Turizm Müdür yardımcısı Metin Süer’in annesinin de onlardan olduğunu öğrenince arayıp sordum. Merkeze bağlı Tangal köyünün Artvin’in Sinkot (Sümbüllü) köyünden gelenlerin kurduğunu söyledi. Anayol üzerinde olduğunu söyleyince şaşırdım. Bizimkiler rakımı düşük yerlerden hoşlanmayıp yerleşmezler, suyu ve havası güzel, ağaçlık dağların eteklerindeki köylere yerleşirler. Düşündüğümde doğru çıktı! Boyabat yoluna saptık, oradan da köy yoluna yukarı tepeye tırmanıp köyü bulduk. Yol kenarında bir bayan vardı, kendimi tanıtıp amacımı söyleyince Artvin Hopa’dan geldiklerini zorlanarak söyledi. “Bakkalın oraya giderseniz çok kişi bulursunuz.” dedi ama insanlar pek kökleriyle bağ kurmak istememden hoşlanmadılar, konuşmak istemediler. 

Sinop’tan gelen iki bey vardı, onlar da Hopa’dan göçenlerdenmiş. Batum-Çürüksü, Artvin ve Hopa’dan gelenler varmış. Artvin Sinkot’daki akrabalarıyla gidip görüşen biri varmış, en doğru bilgiyi onun vereceğini söyleyince erik toplayan beyin yanına gidip biraz konuşup ayrıldık. Sosyal medyada bu gezimizi paylaşınca folklor araştırmacımız Muhammet Bilgin, annesinin de Sinkotlu olduğunu ve akrabalarının çoğunun dönmeyip Sinop’ta kaldığını belirtti. Bağlantı kurmak istedi. Teknoloji bu kadar gelişti, her ilde bir üniversite var ama bugüne kadar muhacir köyleri çalışmayı başaramadık diye üzüldüm. 

Resmî kurumlarımız, şâirlere verdiği değerin çeyreğini, bir şairin kitabını üç kere basacağına keşke Rus zulmünden buğday taneleri gibi Anadolu köylerine serpilen bu köylerimizi çalışsalar. Batum’dan Tekkeköy ve Tokat’a yerleşen Karaçadırlıların torunları sosyal medyadaki paylaşımlarımı görünce beni davet ettiler.

Tangal köyünde daha fazla kalıp hemşehrilerimi daha yakından tanımak isterdim. Tangal köyünde Mustafa Erdal ile yaptığım kısa söyleşime de burada yer vermek istiyorum: 

- Sizi tanıyabilir miyiz?
“Ben, Mustafa Erdal. 70 yaşındayım. Büyüklerimiz muhacirlikte Artvin’den gelmiş. Türkçeden başka dilimiz yoktur. Ata köyümüz Sinkot’ta da bilmezler. Konuşmalarım Artvin ağzına yakındır.”

 - Ne zaman ve nasıl gelmişler?
 “93 muhaciri olarak bu köye yerleşmişler.”

- Bu köye nasıl yerleşmişler?
“Bu köy hep ormanmış, çok az Ermeni varmış. Bizimkilerden de sonra Rumeli muhacirleri gelmiş bir mahalleye… Buranın yerlilerinin yaşadığı Tangaloğlular Mahallesi de var. Bizimkiler yerleşince, Artvin’e gidip akrabalarını getirmişler. Ormanı  kesip tarla yapmışlar. Artvin’e gittim, köyümü gördüm. Baraj dedemin samanlığının yanına kadar gelmiş. Orman deposunun yanından yukarı çıkmıştık. Sinkot’ta Fehmi Altay adında akrabam vardı, vefat etti. 

- Düğünler nasıl olurdu?
Davul, zurna, mızıka ve tulum çalınırdı. Artvin oyunu olan Delihoron, Cilveloy gibi oyunlar oynanırdı.

 - Sinop’ta Artvin muhacirleri hangi köylerde yaşıyor?
“ Erikli, Karapınar, Aldan, Ahmetyeri, Güllü ve Tangal köylerinde yaşıyorlar.”

Bafra’ya geri döndük. Metin, bizim camuş dediğimiz manda sütü getirtmişti. Manda yoğurdu çok lezzetliydi. Bafra pirinci aldık. Eskiden meşhur olan Bafra Sigara Müzesinin tabelaları vardı ama gezemedim. 

Berkay, sabahtan beni aldı ve Ahıska’dan Hatay’a muhacir olan Samsun 19 Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ergin Kariptaş Hoca’ya ziyaret için götürdü. Tepeye tırmandık ama yağmur yağıyordu. Sanki Artvin’in yaylalarına geldik hissine kapıldım. Hoca, o gün rektör yardımcısı olmuş. Odasında iki tane doktor vardı. Biri mecburi görevini Ardahan’da yapmış. Çağ kebabını yemek için Ardanuç’a geliyormuş, bu kadar meşhur olduğumuza şaşırdım. Bir yerde yazıp gelecek kuşaklara bırakamıyoruz, herkes Erzurum’u biliyor! Hoca, kuymağın nereye ait olduğunu sordu. Ben de “Dîvânu Lugâti't-Türk’te olduğunu, kaymak ve mısır unuyla yapıldığını.” söyledim. Sahildekilerin peynir katarak yaptıklarına muhlama dediklerini, bizim gorcolo ve çeçil peynirden yaptığımızı anlattım. Ayrıca Batum ve Ahıska’yı Ruslara anlaşmayla bıraktığımızdan konuşarak ayrıldık. Ergin Bey, özünü korumuş bir Atabek yurtlu, mütevazı ve saygılı. Beni asansöre kadar yolcu etti. Dönüşte sahildeki meşhur Bandırma Vapuru’nun taklidini gezdim. İçerisinde o devri yansıtan mankenler vardı. Bayağı da gezen vardı. Keşke zamanında millî değerlerimizi koruyup müzeler yapsaydık. Şimdi orijinal olmayan objeleri gezmek zorunda kalmasaydık!