Sonbahar, hayâtın hızla akıp gittiği anlarda bir durak gibi gelir. Koşuşturmanın, kargaşanın içinde fark edilmeden yanımızdan geçen mevsimler bir yana; sonbahar, insanın kendine dönme fırsatı bulduğu o nâdir zaman dilimidir. 

Bir adım geri çekilip nefes aldığımız, geçmişin ve geleceğin ipliklerini tutup onları bir süreliğine çözmeye çalıştığımız bir aralığa dönüşür. Ve bu aralık, çoğu zaman bir kitapta yolculuğa çıkmak, bir fincan kahvenin sıcaklığında erimek ve yağmurun eşlik ettiği bir sessizlikte zihni toparlamakla başlar.

Bir kitabın ortasında kaybolmak, sonbaharın kendisiyle örtüşen bir hâldir aslında. 

Yaşamın karmaşasından kaçıp, bir hikâyenin içine sığınmak, gerçek dünyâdan bir süreliğine uzaklaşmak... Bu kaçış, bir anlamda rûhun sonbaharda yaptığı bir yolculuğa benzer. 

Ağaçlar yapraklarını dökerken biz de üzerimize yapışmış tüm fazlalıkları yavaşça bırakırız. 

Kitabın sayfaları arasında ilerlerken, kendi hayâtımızın küçük sorularına cevaplar ararız, bazen buluruz, bazen daha fazla soruyla geri döneriz. Ama her durumda, bir dönüşüm vardır.

Sonbahar, zamanın hızla akışına karşı bir direnç gösterir gibi. Günler kısalır, hava soğur, doğa yavaşlar. İnsan da bu ritme ayak uydurur, kendi iç sesine daha fazla kulak vermeye başlar. 

Bir yandan içimizde tatlı bir hüzün, diğer yandan derin bir huzûr vardır. 

Hayâtın döngüselliğini ve geçiciliğini anladığımız anlar daha çok sonbaharda gelir. 

Yazın gürültüsü ve kışın sertliğine kıyasla, sonbahar bir çeşit ara istasyon gibidir. Yalnızca dışarıdaki doğada değil, iç dünyâmızda da bir yenilenme mevsimidir.

Kitapların dünyâsı da böyledir. İçinde kaybolmak, yaşamın keşmekeşinden bir an olsun uzaklaşmak demektir. 

Bir karakterin ruhûna bürünmek, yazarın dünyasına adım atmak... 

Bu sürecin insana kattığı şey, bir yandan gerçeklikten kopmak, diğer yandan kendimize daha derin bir aynadan bakabilmektir. 

Yaşadıklarımız, hissettiklerimiz, geçmişte bıraktıklarımız, geleceğe dair umutlarımız; hepsi birer birer kitabın satırlarında yankılanır. 

Biz, başkalarının hikâyeleri arasında kendimizi ararız. 

Belki de bu yüzden, bir kitabın ortasında kaybolmak, bir anlamda kendimizi bulma arayışıdır.

Kahve fincanının sıcaklığı, yalnızca fiziksel bir rahatlama sağlamaz; rûhu da ısıtır. 

Her yudum, zamana meydan okuyan bir an gibi gelir. O an, dünyânın hızı yavaşlar, dışarıdaki sesler uzaklaşır ve sâdece içindeki sıcaklık kalır. Bu sıcaklık, insanı şimdiki zamana bağlar, geçmişin ve geleceğin kaygılarını bir süreliğine unutturur. 

Yağmurun usul usul yağışı, içteki sessizliği pekiştirir. Her damla, zihindeki düşüncelerin arasına düşer, onları dağıtır, temizler. Ve o aralıkta, insan kendisiyle baş başa kalır.

Sonbahar, doğanın kışa hazırlığı, insanın ise bir tür içsel arınmasıdır. 

Hayatın koşuşturmacasından kaçtığımız, bir an olsun durup derin bir nefes aldığımız bir mevsimdir. 

Kitaplar ve kahve bu ritüelin önemli parçalarıdır. Her ikisi de hayâtın karmaşasından bir sığınak, bir kaçış alanı sunar. 

Bu mevsim, tıpkı bir kitabın ortasında kaybolmak gibi, insanı kendi derinliklerine götürür ve ona hatırlatır: Hayât, sâdece koşmaktan ibâret değildir; bazen durmak, dinlenmek ve o duraksamada kendini bulmak gerekir.

Ve belki de sonbaharın gerçek büyüsü burada saklıdır: Zamanın durduğu, dünyanın biraz yavaşladığı, insanın ise biraz daha derin düşündüğü anlarda… 

Bir kahvenin sıcaklığı, bir kitabın sayfaları, yağmurun sesi ve sonbaharın getirdiği o derinlik, yaşamın en kıymetli anlarını sunar bize. 

Bu anlarda kaybolmak, aslında hayâta yeniden dokunmak demektir.