Bir Ramazan ayı daha kapımızı çaldı. Bekleyene de geldi, beklemeyene de... Davulcular gece yarısı sokaklarda, sahur için tokmaklarını vuruyorlar...

Bugün mübarek Ramazan ayının ikinci günü... Pazar günü olmasından gerek, sokaklarda derin bir sessizlik hakim.

Dün akşam iftara davetliydim, lâkin mazeretimden dolayı gidemedim. Bir an gözlerim yine geçmişin sıcak anılarına takılıp kaldı.

O eski Ramazanlar...
Şimdi hatırladıkça içimizde buruk bir özlem yeşerten, sıcacık sofraları, paylaşmayı ve samimiyeti hatırlatan günler...

Geçtiğimiz perşembe, İstanbul'un kalbinde, Mısır Çarşısı'nın gölgesinde bir öğle vakti...

Çarşının dar koridorlarında yankılanan uğultu ve ayak sesleri, baharat kokularına karışan hafif bir telaş...

Ramazan alışverişine çıkanların ellerindeki poşetlere ilişiyor gözlerim.

Eskiden bereketle dolan torbalar, şimdi bütçeye göre küçülmüş.

Hurma, sucuk, zeytin, peynir hâlâ revaçta ama bolluk artık lüks bir kelime gibi.

Tezgâhların önünde uzayan kuyruklar var ama eskisi gibi neşeli bekleyişler yok. İnsanlar düşünceli, fiyat etiketlerine uzun uzun bakıyor. 

Nasıl bakmasınlar? İftar sofralarının vazgeçilmez ürünü hurmanın kilosu 1.200,00 ₺'ye yükselmiş...

Öte yanda her Ramazan öncesi gündeme gelen et fiyatları, hurma gibi olmasa da, artık hayal sınırını aşmış.

Yeşilliklerin, domatesin, salatalığın, patlıcanın, biberin bile ateşi var.

Peki ya sofralara konan muhabbet, o da mı pahalandı?

Ramazan... Bolluk ve bereket ayı. Sabır ve şükür ayı. İyiliğin, affın, rahmetin en yoğun yaşandığı ay. Kur'an ayı. Ama biz bu Ramazan'da eskisi kadar bir araya gelebilecek miyiz?

Bir zamanlar Halil İbrahim sofraları kurardık. Fakir, zengin demeden aynı sofraya otururduk. Komşular, akrabalar, dostlar iftar sofralarında buluşurdu. 

Hanelerde geniş sofralar, bereketin simgesiydi.

Şimdi ise sosyal tesislerde ve lüks mekânlarda iftar masaları dolup taşarken, evlerdeki sofralar küçüldü, garipleşti. Kimse kimsenin kapısını çalmıyor.

Bir yanda hayat pahalılığından yakınma, öbür yanda lüks sofralarda iftar açma. Zihnimiz karışık, anlam vermekte zorlanıyoruz.

Ramazan toplarının sesi susalı çok oldu. Davulcular ise artık istenmiyor. "Bu çağda hâlâ davul mu kaldı?" diye soranlar var.

Oysa davulun sesi, gecenin karanlığında bir hatırlatma değil miydi?

Uykunun en tatlı yerinde, rahmetin en kıymetli saatlerinde kalkıp oruç için niyetlenmenin ritmi değil miydi?

Düşünüyorum da, eski Ramazanları asıl özleten ne?

İftar sofralarındaki yemekler mi, yoksa o sofraları paylaştığımız insanlar mı?

Geçmişe duyduğumuz özlem, daha samimi, daha içten bir toplumun hatırasına mı?

O eski Ramazanlar, herkesin bir araya geldiği, kahkahaların çay buharına karıştığı, duaların ortak bir ezgiyle yükseldiği zamanlardı.

İftar sonrası çocuklar avluda oynar, büyükler sohbet halkası kurardı.

Cemaat olup kılınan teravih namazları, sahurda anlatılan eski Ramazan hikâyeleri vardı.

Günümüzde ise yalnızlaşan sofralar, unutulan gelenekler, birbirine mesafeli insanlar... 

Belki de en büyük değişim, içimizde oldu.

Ramazan hâlâ aynı Ramazan... Rahmeti, bereketi, huzuru, affı yine aynı. 

Değişen biziz belki de.

Yeniden başlamak için hâlâ vaktimiz var.

Ramazan'ı eski Ramazanlar gibi yaşamak bizim elimizde...
Paylaşmak, hatır sormak, gönül almak, kapıları çalmak bizim elimizde. Çünkü Ramazan sadece aç kalmak değil, bir arada olmaktır. Neşeyi, sevgiyi, bereketi paylaşmaktır.

Eski Ramazanlar dönmez belki, ama yeni Ramazanları eski güzelliğiyle yaşatmak bizim elimizde...