Öncesini bilemediğimizden çocukluğumuzun geçtiği 70’li yıllarda ve gençliğimizi yaşadığımız 80’li yıllarda çok kar yağardı.
Bazı gecelerde ay ışığı altında parıldayarak semadan lapa lapa kar dökülürdü; henüz kalkmamış yerdeki karın üstüne.
“Kar içinde yanan karı anlayacaksın!” diyor ya “Kar Şiiri” başlığını taşıyan eserinde bilge şairimiz Sezai Karakoç. Kar üstüne yağan kar havayı iyiden soğutsa da çoğu kere ruhumuzu ısıtırdı.
Karın yağdığını görünce, gecenin ilerlemiş saatine aldırmadan üzerimizdeki yorganı usulca kaldırır, divan üstündeki yataktan süzülerek iner, yavaş adımlarla salonda ilerledikten sonra sessizce kapıyı örter, hızlıca kendimizi sokağa atardık.
O yıllarda evimizin bulunduğu sokak üzerinde şimdiki gibi sık değildi elektrik direkleri. O yüzden direkler üzerindeki aydınlatma lambaları yeterince ışıtmazdı sokağımızı. Dikkatlice bakmayınca yanı başımızdakileri pek tanıyamazdık.
Arkadaşlarımızla o soğuk gecelerde kartopu oynarken, üzerimize yağan kar saçlarımıza, kaşlarımıza, kirpiklerimize sıcak sıcak dokunurdu. Yanaklarımızdan aşağı doğru kayarken yüzümüzü şefkatle sıvardı adeta.
Çetin geçen kış günleri çoğu kere evlere hapsettiği için, zaman zaman pencere kenarına oturulur, buharlı camlardan dışarıya bakılarak kışın çabucak geçmesi arzulanırdı.
Her yıl, evlerimizin duvarlarında günlük yapraklı takvimler mutlaka bulundurulurdu. Bunlarla yetinilmez, toptancı ve perakendeci esnafların bastırdığı kuşe kağıda baskılı renkli takvimler yeni yıla girmeden duvarlarımızı süslerdi. Duvara baktığımızda bir takvime gözümüz ilişmezse, onu bir eksiklik sayar, hemen temin etme yoluna giderdik.
Duvar takvimleri evimizin olmazsa olmazlarından sayılırdı. Özellikle günlük yapraklı takvimler bizim kütüphanemizdi. Bal yapmak için polenlerini topladığımız çiçeklerdi. Her gün yeni bir bilgiye ulaşır, bilgi dağarcımızı zenginleştirirdik.
Evdeki takvimlerin varlığı çoğu ilkokul mezunu olan ailemizin bilgiye ve kültüre verdiği önemin göstergesi olarak da kabul edilebilir.
Koparılan takvim yaprakları çoğu kere atılmaz, özenle uzun süre saklanırdı. Sık okunmasından olsa gerek, saklama yeri olarak evlerimizdeki kitapların sayfa aralıkları tercih edilirdi. İhtiyaç duyulduğunda bir danışma, bir başvuru kitabı konumunu alır, muhafaza edildiği yerden çabucak çıkarılırdı.
Evlere Saatli Maarif Cep Takvimi ayrıca alınırdı. Kırlangıç ve Leylek Fırtınası'nı, Zemheri'yi, Hamsin'i ve Cemre'yi o takvimden okuduk; öğrendik.
Eski takvime göre bir yıl iki bölüme ayrılırdı: Birinci bölüm “Kasım günleri” ismini alır ve 179 gün olarak kabul edilir. Kasım günleri 8 Kasım'da başlar, 5 Mayıs' ta sona erer. İkinci bölüm ise, “Hızır günleri” olarak adlandırılır ve 186 gün olarak hesaplanır. Hızır günleri de, 6 Mayıs günü başlar, 7 Kasım günü sona erer.
Baharın gelişi, kasım günleri içinde ve üç aşamada gerçekleşir. Bu aşamaların her birinde gökten bir “Cemre“ düştüğüne inanılır.
Şubat ayında yavaş, yavaş artan hava sıcaklığı cemrelerin düşmesiyle açıklanır.
Birinci cemrenin “Kasım günleri” nin 105. günü yani 19-20 Şubat günü havaya düştüğü, ikinci cemrenin yine “Kasım günleri” nin 112. günü, yani 26-27 Şubat günlerinde suya düştüğü ve üçüncü cemrenin de 119. günü, yani 4-5 Mart tarihlerinde toprağa düştüğü kabul edilir.
O kış günlerinde anne ve babalarımız hemen hemen her gün kasımı sayardı. Dondurucu kış ayları boyunca heyecanla beklenirdi ilk cemrenin havaya düşeceği gün. Yüzüncü güne yaklaştıkça biraz daha sevinirlerdi. Cemrenin havaya düşeceği günü dört gözle beklerlerdi. Onlar için cemrenin havaya düşmesi demek: Toprağın kış uykusundan uyanması, nebatların, canlanması, bolluğa, berekete kapı aralaması demekti.
Cemre havaya düştü mü soğukların şiddeti kırılır, yarı güneşli günler başlar, kırlardaki çiçekler, ağaçların dallarındaki tomurcuklar baharı müjdelerdi tüm canlılara.
Başka bir açıdan bakarak yorumlayacak olursak havaya düşen cemre: Doğada var olan bitkilerin birbirlerine sevgiyle sarılması, böceklerin tutkuyla buluşması, özlemlerin giderilmesi, birbirlerine olan sevdalarından doğan aşk şarkılarının koro halinde hep birlikte söylenmesidir.
Sadece memleketimizde değil, ülkemizin tüm bölgelerinde bu yıl kuraklık yaşandı. Bırakalım karı bir kenara, yeterince yağmur bile yağmadı. Mart kapıdan baktırmazsa kuraklık tehlikesiyle karşı karşıya ülkemiz.
Hiçbir bölgemize yeterince kar yağmadı; öyle şiddetli bir kış mevsimi de yaşanmadı. Ama bazı insanlarımızın gönüllerine çok kar yağmış, kalplerine giden damarların içerisindeki sıcakkanları buz tutmuş sanki. O kadar soğuklar ki… Cemrenin havaya düşmesi maalesef baharı müjdeleyemeyecek bizlere.
İnsanlarımız, iç dünyalarına kar yağsa, dışında fırtınalar kopsa da gönüllerini her mevsim çiçek açmaya hazırlamalıdırlar. Toplumumuzda sevgi, muhabbet ve hoşgörü, son bulmayan bahar gibi olmalı. Her mevsim gönüllerde açmalı. Tazeliğini korumalıdır.
"Ateş parçası" veya "kor halindeki ateş" anlamına gelen ve ısınmayı ifade eden "cemre" nin ilki bugünlerde havaya düştü. Tüm cemrelerin, kalpleri soğumaya yüz tutmuş insanlarımızın gönüllerini de ısıtması dileğimizle.