Hayâtın kendisi aslında bir sofradır. 

Doğumla başlayan, evlilikle devam eden, ölümle son bulan bir dizi ritüelin etrafında dönen; sevinçleri, hüzünleri, birliktelikleri ve vedaları içinde barındıran bir masa... 

Kültürümüzde, her dönüm noktasının, her önemli anın bir tadı, bir yiyeceği vardır. 

Yüzyıllar boyunca süregelmiş bu gelenekler, insanlar arası bağları kuvvetlendirmek, sevinçte ve kederde birlik olabilmek için toplumsal hafızamızda yer edinmiştir. 

“İnsan doğar, lokumunu yedirirler; evlenir, yemeğini yedirirler; ölür, helvasını yedirirler” sözü de, bu kadîm geleneğin basit ama derin bir ifâdesidir.

Yeni bir bebek dünyaya geldiğinde, o saf ve taptaze varlığa duyulan sevincin simgesi olarak lokum ikrâm edilir. 

Lokumun yumuşaklığı, yeni bir hayâta dair umutları; tatlılığı ise geleceğe dâir iyi dilekleri temsil eder. 

Bebek, henüz hayâtın zorluklarını tanımamış, dünyanın karmaşasına bulaşmamıştır. 

Bu saf başlangıç, çevresindeki insanlara da bir anlığına umut verir, hayâtın güzelliklerini hatırlatır. 

Lokum ikrâm edilirken yapılan dualar, annenin çektiği zahmetlerin ödüllendirildiği, ailenin sevinçle genişlediği bir anı kutsar. 

İşte bu noktada lokum, yalnızca bir tat değil, birlikteliğin ve paylaşımın sembolüdür.

Bir insan evlendiğinde, hayâtında yeni bir sayfa açar. 

İki insanın yolculuğunu tek bir yolda birleştirme kararı, yalnızca bireylerin değil, ailelerin de birleşmesini sağlar. 

Düğün yemeği, bu birliğin simgesi olarak önemlidir; tüm akrabalar, dostlar, komşular bir araya gelir ve aynı sofradan aynı yemeği yer. 

Bu yemek, sâdece karın doyurmaktan öteye geçer; geleceğe dâir umutları, birbirine verilen sözleri, yeni bir hayâta başlangıcın coşkusunu temsil eder.

Düğünlerde yenen yemekler, genellikle çokça emek isteyen, özenle hazırlanan geleneksel lezzetlerdir. 

Her bir tabak, bu özel gün için hazırlanan emeği ve sevgiyi yansıtır. 

Tıpkı iki insanın birlikte yaşam kurma çabası gibi, bu yemek de özen, sabır ve paylaşımla yapılmıştır. 

Yemek masasında yan yana oturan insanlar, aslında yeni çiftin hayâtlarının her anında yanlarında olduklarının bir teminatını verirler.

Hayâtın sonunda, insan geride bıraktıklarıyla anılır. 

Ölüm haberiyle birlikte helva kavrulur; acı haberin üzerine o kavrulan helvanın kokusu tüm eve yayılır. 

Helva, yasın bir sembolüdür. 

İçindeki şeker, ölen kişinin anısını tatlandırır; her bir lokmada o insanın hatırasına duyulan özlem saklıdır. 

Helva, sâdece cenaze evindeki bir ritüel değil, ölen kişinin geride bıraktığı izlerin bir hatırlatıcısıdır.

Helva dağıtılırken, aslında yaşam döngüsünün tamamlandığı, bir insanın bu dünyadan göçtüğü kabul edilir. 

Paylaşılan her kaşık, acıyı azaltmak, yas tutanlara destek olmak için yapılan sembolik bir dayanışmadır. 

Bu paylaşım, hayâtta kalanlara teselli olurken, aynı zamanda toplumun birlikte var olabilme gücünü simgeler.

Hayâtın başından sonuna kadar uzanan bu ritüeller, kültürel bağlarımızı, toplumsal hafızamızı, bir arada yaşama bilincimizi yansıtır. 

Lokum, yemek ve helva… 

Tatlıdan tuzluya, acıya kadar hayatın her anını birer lezzetle temsil eder. 

Bu lezzetler, hayatta yalnız olmadığımızı, doğumdan ölüme kadar birbirimize destek olduğumuzu, sevinçte de kederde de yan yana olabileceğimizi hatırlatır.

İnsan, aslında hayât yolculuğu boyunca hem kendine hem de çevresine izler bırakır. 

Doğduğunda verilen lokum, başlangıcın saf sevinci; evlendiğinde sunulan yemek, paylaşımın değeri; öldüğünde ikrâm edilen helva ise hatırlanmanın ve vedanın tatlı acısıdır. 

Kültürümüzdeki bu sâde ama derin anlamlı ritüeller, hayâtın geçici olduğunu hatırlatırken, geride bırakılacak en kıymetli şeyin insanlara dokunabilmek olduğunu gösterir.

Bu yüzden, her tat bir anıdır; her ikrâm edilen lokma, bir insanın hikâyesidir.