1950-1960 Yıllarda Muş milletvekilliği yapmış, Gıyasettin Emre’nin yaşadığı dönemi anlatan, bir tür hatıra kitabı niteliğinde kaleme aldığı “Öteki Menderes”, yine 1950 lili yılların öncesine ışık tutan Sadettin Bilgiç’in yazmış olduğu “Kırk sekiz Kırk dokuz Elli”, Emine İşınsu’nun kaleme aldığı “Beyaz İhtilal” isimli iki ciltlik eserlerini yıllar evvel alıp okumuşum. Tekrar o yılları, devrin şahitlerinden dinlemek üzere peş peşe bir çırpıda okuyorum. Dostlarıma da okumalarını can-u gönülden tavsiye ediyorum.
O dönemi anlatan yüzlerce eser mevcut şüphesiz, bu üç eseri seçmem sizi okurken sıkmayacak, roman tarzında akıcılık sağlanmış, küçük el kitabı niteliğinde yazılmış, hiçbir yerde rastlayamayacağınız anıların saklı oluşundandır.
O dönemi yaşayanlar üç beyaza muhtaçtı.Un, şeker, kefen bezi. Ayakkabıyı hiç bilmiyor, karda, yağmurda, çamurda çıplak ayakla geziyor, imkânı olanlar hayvan derisinden çarık dikiyor, onunla ayakkabı ihtiyacını gideriyordu. İlkel ve dayanıksız çarık denilen el yapması bu ayakkabıya sahip olanlar, sahip oldukları yegâne ayakkabıyı her zaman her yerde giymezlerdi. Kasaba veya köy meydanına, düğün ve bayram yerine kadar yalınayak yürürler, şehre yanaştıklarında, düğün ve bayram yerine geldiklerinde çarıklarını ayaklarına geçirirlerdi. Çok dayanıksızdı. Bir daha malzemesini nereden bulacaklar, kime diktireceklerdi.
Sadettin Bilgiç adı geçen kitabında, o devri ve yoksulluğunu şöyle anlatıyor. 1961 Seçimlerinde seçim çalışmaları münasebetiyle Ragıp Gümüş Pala ve birkaç arkadaşımla birlikte Kırşehir ilinden Kayseri’ye geçmek üzere şehirlerarası yolda otomobille ilerliyoruz. Üzerinde savrula savrula ilerlemeye çalıştığımız şehirlerarası yol bir köyde son buldu. İlerisi yok. Otomobilden indik, neyin nesidir diye, sağa sola bakınıyoruz. Hemen yakınımızda, yola sırtı dönük bir vatandaş hareketsiz halde oturuyor. O yıllarda her hangi bir köye otomobilin gelmesi olağan üstü bir hadise, bu vatandaş ya sağır, ya da deli olmalı ki, tepkisiz duruyordu. Belki birçok insan ömründe hiç görmediği otomobili merakından yerinde duramaz.
Yanına hep birlikte yanaştık ve yüksek sesle, adeta bağırarak selam verdik. Vatandaş hiç istifini bozmadan bize şöyle cevap verdi. Biliyorum bana bu yolun encamını soracaksınız. Eskiden bu yolda yoktu, birisi buraya kadar yaptı, onu da astılar bu yol da burada kaldı dedi ve kendi yalnızlığına ve çaresizliğine gömüldü, başka da bir şey konuşmadı
Devletine küstü, kırgındı, dargındı, Atatürk “Köylü milletin efendisidir” demişti. Bu sözden yirmi yedi yıl sonra onları hatırlayan birisi çıkmış, onu da yaşatmamışlardı. Devr-i iktidarlarının devamından ümit kesenler tarafından alaşağı edilerek boğazlanmıştı. Millet tekrar öksüz ve yetim kalmıştı.
Çeyrek asra yakın kendi köyümde muhtarlık yapmış, aile büyüklerimizden birisini geçen hafta ziyarete gittiğimde o döneme ait şunları anlattı. Ben varlıklı bir ailenin tek erkek çocuğuydum, bir de benden birkaç yaş büyük ablam vardı. Ali ağanın tek erkek varisiydim. Kapımızda en az birkaç tane çoban mevcuttu. Bunları biz parayla tutmazdık. Çoğunluğu yoksul ve fakir ailelerin çocukları ve yetimdiler. Bakacak kimseleri olmadığı için aileleri veya yakınları tarafından rica minnet yanımıza karın tokluğuna verilirlerdi.
Hiç unutmuyorum bir bayram arifesiydi. Babam Gerze’den üç çift yemeni pabuç( o devrin deriden yapılmış ayakkabısı) getirdi. Babam Gerze’ye yaya ya da atla gidip gelmişti. Gerze’ye yaya yürüme yedi-sekiz saatte gidiliyordu. Pabuçlardan birisini benim için, diğer ikisini yanımızda çalışan çobanlara almıştı bayramda sevinsinler diye. Çobanlarımız hayatlarında ilk defa ayakkabı giyeceklerdi. O gece çobanların her ikisi de ayakkabıların koyunlarına almış sabaha kadar sevinçlerinden gözlerini dahi yummamışlar, yani sabaha kadar uykusuz geçirmişlerdi.
Ben ağa çocuğu olmam sebebiyle imkânlarım farklı olmasına rağmen, günlük yaşam tarzım diğer çocuklardan farklı değildi. Uyku hariç günümün tamamı arkadaşlarımla geçiyor ve onlar gibi yaşıyor, onlar gibi davranıyordum. Şöyle ki, arkadaşlarımla beraberken onlar çıplak ayakla dolaşıyor, ben de pabuçlarımı çıkarıyor, çıplak ayakla dolaşıyordum. Hayvan otlatan arkadaşlarım, hayvanlar meradan çıkıp uzaklaştıklarında onları geri getirmeye benim ayakkabılarımı giyer, işleri bittiğinde tekrar aldıkları yere bırakırlardı. Sırası gelen aynı işlemi devam ettirirdi.