“Sıladan ne haber…?
Ne var ne yok oralarda
Çiçek atçımı kış erikleri…?
Örgü perdeli pencerenin altında.
Baharın son demini yaşıyoruz. Güneş’in aydınlık ve parlak yüzü buğulanmaya başladı. Berrak ve lekesiz gökyüzünü karartan heybetli, kocaman bulutlar yağmurdan gözyaşlarını Dünya’ya sık sık boşaltıyor. Baharın gidişinin yasını tutuyorlar gibi. Kışın habercisi olan göçmen kuşları taburlar halinde, uygun adımla bizleri terk edip ufukta kayboluyorlar.
Hemen aklıma yıllar öncesi geliyor. Bir anda uçuyorum geçmişime. Zaman tünelinin sonunda kendi köyümdeyim. Birçok aksamı tahtadan yapılmış ahşap ev. Bir kış günü, dışarıda kapalı bir hava, lapa lapa kar sakin sakin yağıyor. Güzinenin üzerinde yazdan kışlık hazırlanmış olan kavurmadan yapılıp, pişirilmeye bırakılan soğanlı yahni etrafına mis gibi kokular yayarak fokurduyor. Dışarıda ambar kuşları, sığırcıklar, sakalar, göksü kızıllar, kara bakalar, purç bakalar sığınacak yer arıyor.
Odanın tahta sofasının yarısını kaplayan el tezgahı dokuması bir kilim, onun da bir çok yeri lime lime olmuş, rengi de kendinden daha yaşlanmış, güneş soluğu bir kilim. Birkaç tane içi eski kırpıntı çullarla doldurulmuş yer minderleri duvarın dibinde sıralanmış. Kenarda tahta bir beşik, dalgaların ortasında güçlükle ilerleyen sandal gibi sağa sola gıcırdayarak yalpalıyor. İçerisinde renkli çullarla sarmalanmış soluk benizli sıska bir bebek. Uyumamak için uzun zaman direniyor. Arada bir uzun uzun cıyaklayarak isyan ediyor, uuuaaaa…
Bu beşik bu evde, ortadan kalkmıyor. Doğru bir anlayış mıdır bilinmez, çok çocuk çok iş gücü demek, güç demek, prestij olarak kabul görüyor bizim oralarda. Zaten Allah’ın takdiri değil mi? O veriyor, bizim elimizden ne gelir.
Töğbe, töğbe oğul, çok isteyip de çocuk sahibi olamayanlar yok mu sanki.
Geçmişime ait bu kadar küçük metrajlı bir film şeridi bile bana mutluluk vermeye yetiyor. Biraz da hüzünlendiriyor. Adını koymakta zorlanıyorum, hüzünle karışık bir mutluluk. Aslında geçmişe karşı duyulan bu hasret ve özlem, hiç yaşayamadığım çocukluğuma özlem, tadamadığım delikanlılığıma özlem, sevdalanamadığım sevdaya özlem, aşkım yerine maralım demeye özlem, sevgilim yerine, sevdalım, al yazmalım, kara bahtım, alın yazım demeye özlem.
Televizyonda okunan bir haberle kendime geliyorum. Haber şöyle geçiyor. Rize’nin bir ilçesinde bir kaynana (kayın valide) gelinini dövdüğü için hakim karşısına çıkarılıyor, suçu sabit görülerek iki yüz yetmiş gün ev hapsiyle ile cezalandırılmasına karar veriyor. Bu kavga belki dünya kurulalıdan beri var. Dün vardı, bu gün var, yarın da var olacaktır. İnsanlık tarihiyle yaşıt bir çatışma.
Farklı iki kültürden, farklı iki alışkanlıktan, farklı gelenek ve göreneklerden, farklı dünya görüşlerinden iki insan bir vesileyle bir araya gelmeye, evlenmeye karar veriyorlar. İster bu karara flört ederek, severek, anlaşarak, ister görücü usulüyle varsınlar. Halk arasında cicim ayları olarak tabir edilen zaman süreci bitip de gerçekle yüzleşince; önce kültürler çatışıyor, alışkanlıklar, adet ve töreler, farklı dünya görüşleri çarpışıyor. Sonunda bu kavga hakimiyet savaşına dönüşüyor. Ben haklıyım, sen haksızsın. Benim ki doğru, senin ki yanlış, benim ki daha üstün, senin ki değil…vs
Erkeğin hakimiyetine dayanan toplumsal yapımız var. Sonunda kaba kuvvet kullanımıyla sonuçlanan hadiseler, vahim ve kötü son.
Toplumsal gerçeğimiz bu bizim. Erkek evlat çok önemli. O evin direği, neslimizin, nesebimizin devamı. Adeta bazı ailelerde evlatları içerisinde olmazsa olmazı. Bazı ailelerde erkek evlat sahibi olamamış gelinler dölsüz addedilir. Hatta erkek evlat verememiş gelinlerinin üzerine yeni bir eş almaları için oğullarını teşvik eder, tahrik ederler. Birçok hanım bu psikolojik ve toplumsal baskıya dayanamayıp kendi elleriyle kocalarına yeni bir eş alırlar.
Meselenin başka bir boyutu da erkek evlat diye yanıp tutuşanlar, evimin direği, neslimizin ve nesebimizin devamıdır iddiasında olan birçok ebeveynin aslında oğullarına mecburi anne baba bakıcısı, uzatmalı hizmetçi nazarıyla bakmalarıdır. Kendileri için erkek evlat sahibi olmayı adeta bakım garantisi olarak görmeleridir.
Erkek evlatlarını kendi istedikleri gibi evlendirirler. Özellikle de anneler, bu dünyada var oluşlarının sebebi olarak gördükleri biricik varlıklarının sevgisini bir başkasıyla paylaşamazlar. O kendisine aittir. Bir tanesini gelini dahi olsa bile bir başkasıyla paylaşamaz. Kendinden koparılıp alınmasına asla müsaade edemez. Kendisi evladının hayatına hakim olmalı, onu istediği gibi yönlendirebilmeli, hayatının her evresinde kendisi olmalıdır. Evladını içten içe kıskanmaya başlar. Ve böylece de gelin kaynana çatışmasının baş aktörü oluverir.
Yabancı bir filimde görmüştüm. Evlenen çift yatak odasına altı kişilik dev bir yatak hazırlarlar. Kızın anne ve babası bir taraflarına, erkeğin anne ve babası diğer taraflarına yatarlar. Evliliklerine altı kişiyle başlamış olurlar
Birçok evlilik bu anlayış üzerine bina edildiği için bu kavga burada bitmez.
- - - -