Yazan: Hamza Osman ERKAN
Derleyen: Rasim Yaşar TARAKÇI
                  Öğr. Gör. 


    Tarihin tozlu sayfalarından çıkarılıp bir dizi haline getirilmiş TRT kurumunun bir başyapıtı olmuş bu kahramanlık öykümüzü ilk kez 2004 yılında makale halinde yayınlamıştım. Bu gün TRT tarafından “Kutül Amare” adıyla bu destan görsel hale dönüştürmüştür. Basra cephesi ile ilgili bu belgeyi cepheye yazar olarak giderek kaleme alan ve Osmancık taburu hakkında yazdıkları ile bu kahramanlık destanını günümüze ulaştıran Hamza Osman Erkan, Şeyh Şamil’in torunudur. Dedesi kadar yiğit bir kişiliğe sahiptir.

Savaşın başladığı günlerde Hamza Osman Erkan, İsviçre’nin Cenevre Kolejinde öğrenim görmekte idi. Savaşın başlamasıyla çocuk denecek yaşta okulunu bırakıp savaşmak için gönüllü olarak ülkesine geri dönmüştü. Osmancık taburunun anlatıldığı bu belge de Sinoplu Dr. Yüzbaşı Sefer Bey hakkında yazmış oldukları da bir Sinoplu olarak bizleri yakından ilgilendirmektedir. Balkan savaşından kurtuluş savaşının sonuna kadar 35190 şehit vermiş bir il içinde isimleri tek tek kaydedilmediği için unutulmuş şehitlerimize şükran borcumuzu ödeyebilmenin bir yolu da onların aziz hatıralarını canlı tutabilmektir.

Osmancık taburu nasıl ve kimler tarafından kurulmuştur? Osmancık taburu günümüzün komando taburu ile eşdeğerdir. Osmanlı devletinde yer alan ve Malkoçoğlu Bali beyin şehit edilmesi ile tarih sayfasından silinen akıncı sınıfının günün savaş tekniklerine göre yeniden yapılandırılmış bir müstakil taburunun adıdır. Akıncı taburu olarak müstakil hareket etmektedir. 

Osmancık taburunu İstanbul’da teşkilatlandıran, kuran ve yetiştirenlerin başında Yzb. Cemil Bey, Yzb. Hayri Bey, Üstg. Nazillili Fuat Bey, Dr. Yüzbaşı Sinoplu Sefer Bey, Yzb. Fatih’li Lütfi Bey, Yzb. Emirganlı Şevket Bey, Yahya Kaptan ve Milli mücadele kahramanlarından Şehit Yüzbaşı Halim Bey gelmektedir.

Birinci Dünya Savaşı içinde Irak savunmasının ilk günlerinde, Osmancık taburu, bağımsız görev yapan bir akıncı birliği olarak Dicle ve Fırat ırmaklarının kavuşarak “Şattülarap” adıyla akmaya başladığı “Korna” mevki civarında “Rota” suyunun kenarındaki bataklık arazide ve “Şuaybe” savunma hattı önünde yapılan savaşlarda Osmanlı ordusundan sayıca ve silahça üstünlüğe sahip güçlü İngiliz kuvvetlerini aylarca durduranlar; bir avuç çelik yürekli Anadolu evlatlarından, onların fedakar subay ve komutanlarından oluşuyordu. Şimdi bu destanı Hamza Osman ERKAN ’ın hatırasından aktaralım. 

Yzb. Cemil ve Dr. Sinoplu Sefer Beyleri, ben ilk defa savaşın ilk haftalarında Nur u Osmaniye’de ki “Teşkilatı Mahsusa” binasında teşkilatın şefi Süleyman Askeri Bey’in odasında görmüş ve tanımıştım.

Balkan Savaşlarının sonlarına doğru Batı Trakya Türklerini Bulgar istilasından kurtarmak için kurulan “Garbi Trakya Hükümeti Muvakkatesi” (Batı Trakya Geçici Hükümeti) davasında canla başla çalışmış olan Yzb. Cemil Bey Trablusgarp ve Bingazi’de de yararlıklar göstermişti. Yzb. Fatih’li Lütfi, Yzb. Fehmi, İskeçeli Arif, Kuşçubaşı Eşref, Sami, Şakir Kesebir ve arkadaşlarının Batı Trakya işlerinde cansiperane hizmetleri olmuştu. 

İsviçre’den İstanbul’a gelişimden birkaç gün sonra İzmit Mebusu (milletvekili) Ziya Bey’in aracılığıyla teşkilattan bir Bulgar Filintası ile birlikte Nagant tabancasını aldığım günün sevincini hala hatırlarım.

Cepheye gitmek üzere Haydarpaşa’dan 28 Kasım 1914 Cumartesi günü hareket etmiştik. Sapanca’ya kadar uzanan göl ve orman ne güzeldi. Özellikle Sapanca gölü İsviçre göllerini, İsviçre’de bıraktığım annemi, kardeşimi ve okulumu bana hatırlattı. Her geçen dakika beni onlardan biraz daha ayırıyordu.  Kim bilir bir daha onları ne zaman görecektim? Bir dost elin omzuma dokunmasıyla, bu tatlı hayal bir serap gibi bir anda söndü ve yok oldu. 

Bir savaş adamı olduğu kadar ince bir fikir ve kalem adamı da olan yoldaşlarımızdan Yzb. Halil Türkmen, birlikte cay içmek için beni kompartımanına davet ediyordu. 

Halil Bey ile karşılıklı oturuyoruz, istasyonlar sinema şeridi gibi gözümün önünden geçiyordu. Böylece; candan ve samimi dostlarla seyahat ederek birkaç günde, o sıralarda Bağdat demiryollarının son istasyonu olan Pozantı’ya vardık. Pozantı’dan sonra yolun önemli bir kısmını yaya olarak ve gerisini yaylı arabalarla yaparak Adana’ya; oradan da kısmen trenle ve kısmen de kamyonla yolculuk ederek Halep’e vardık. Halep’ten itibaren, öncelikle bizden birkaç gün önce otomobille hareket eden Süleyman Askeri Bey’in faytonuyla karadan yola devam ettim. Sonradan Osmancık taburundaki arkadaşlarla tekrar bileşerek, birlikte nehir yoluyla keleklerle (bir çeşit sal) yolumuza devam ettik.  Burada Binbaşı Vedat Bey, Yzb. Ziya Bey, Yzb. Cemil Bey, Dr. Yzb. Sefer Bey, Binbaşı Ali (Çetinkaya), Yzb. Lütfi, yazar ve sporcu Mehmet Ali Fetgeri ve Üstgm. Nazillili Fuat Bey’leri daha yakından tanıma fırsatını elde etmiş ve sonraları da çöl harekatlarında, kendilerine karşı, daima artan bir saygı ve bağlılık duymaya başlamıştım. 

Vatanı içten bir aşkla seven Süleyman Askeri Bey’in, bu genç idealist silah arkadaşları, granit kadar sağlam birer insan numunesi (örnekleri) idiler. Maddi dünyayı hiçe sayan ve ateş hattında Aslan kesilen Askeri Bey’in karargah subayları, kendi haline bırakılmış uzak bir cephenin adeta ruhu ve her şeyiydiler.  

Osmancık Taburu cephenin savunma düzenini temin edecek yardımcı bir kuvvet halinde düşmanla uğraşmak için sol kanat emrine bağımsız bir fedai taburu halinde verilmişti. Taburun büyük çoğunluğu Kocaelili seçme gönüllülerden oluşan bu taburun geceli, gündüzlü cesurca akınlarından usanan düşman nihayet 20 Ocak 1915 sabahı, şafak sökerken “Rota’da ki” ileri hatlarımıza ani bir hızla saldırıya geçti. O tarihlerde Irak’ta meydana gelen savaşlar 19. Ve 20. Yüz yılların pek garip bir mücadelesi idi.

Birkaç yüz yıl önceki “Elcezire” halkının zamanımıza aynen taşıdıkları nehir vasıtalarıyla donatılmış cephane, teçhizat ve askerimizi nakletmek, 19. Yüzyılın müzelere devredilmiş eski toplarını kullanmak zorunda bulunan Basra cephesindeki fedakar müfrezelerimiz, 20. Yüzyılın son sistem savaş silah ve vasıtalarıyla donatılmış bir milletin evladı olan İngiliz askerleriyle aslanlar gibi savaşıyorlardı. 

Servet ve endüstrinin bizden esirgediği modern eksiklikleri Mehmetçiklerimiz kuvvetli kolları, metin göğsü ile gidermeye uğraşıyor ve insan gücünün dışında bir gayretle bütün güçlükleri yenmeye çalışarak ölümle pençeleşiyorduk. Bu eşit olmayan şartlar ve davranışlara rağmen önemli başarılar da elde ediyorduk.

İşte “Rota ve “Şuaybe” savaşları böyle eşit olmayan koşullar içinde geçmişti. Düşman kuvvetleri “Rota” kanalının kuzeyindeki eski “Mantelli” toplarımızı son sistem seri atışlı bataryaları ile susturarak, “Rota’nın” güney sahilinde, kahraman piyadelerimizin inatçı bir savunmasıyla karşılaşmıştı. Karşımızdakilerde cesur ve fedakar savaşıyorlardı. Bu arada askerlerinin önemli bir bölümü; İngiliz çocukları ve hatta bir kısmı halis Londra’lı olan “Oksfortşayer” ve “Bukingamşayer” hafif piyade taburları, bataklıkta dizlerine kadar suya batarak, ileri siperlerimize büyük bir cesaretle yaklaşmışlar ve kanalın 700 metre yakınına ilerlemişlerdi. Yan tarafımıza sarkarak arkamızı çevirmek isteyen bu iki cesur taburu durdurmak ve püskürtmek vazifesini üzerine alan Yzb. Cemil bey, Osmancık taburu fedailerinin başında, savaş meydanını inleten ….Allah Allah nidalarıyla şiddetli bir çıkış hareketi yaptı. Bu anda savaş son derece kızışmış bulunuyordu. Karşımızdakiler biraz üstünlüğü ele geçirmiş durumda idiler. Osmancık gönüllülerinin naralar atarak, el bombalarıyla hücuma geçmeleriyle çöl adeta titriyordu. Bu arada, en ilerideki Hintli kuvvetleri hatları arasında hafif bir kargaşalık sezildi; az sonra, karşımızdaki kuvvetlerden siperlerimize kadar ileriye atılmış iki taburun da gerilemekte olduğu görülmüştü.

Öğleye kadar süren, çok çetin ve inatlı bir boğuşmadan sonra düşman, müdafaadan karşı hücuma kalkan ve tamamen hücuma geçebilen erlerimizin kararlı hamle ve takibi karşısında, karşı tarafın tamamı geri çekilmek zorunda kalarak “mezria” da ki sağlamlaştırılmış savunma hatlarına sığınmışlardı.

20 Ocak 1915 günü “Rota” suyunun kenarındaki bataklık arazide, Türk süngüsü, saatlerce korku ve ölüm saçmış, sonunda da savaşı kazanmıştı.

Yzb. Cemil Bey, bu savaşta en öne geçerek sadık ve fedakar Osmancık taburu gönüllülerini hücumdan hücuma kaldırırken, omzuna isabet eden ve gövdesinin bir parçasını alıp götüren bir şarapnel parçasıyla yaralanmıştı. Onun yarasına zerre kadar önem vermeyerek ve; - Hücum! Hücum! …çocuklar!... Sedasıyla birkaç adım daha ileriye doğru yürüdükten sonra, kızgın kumların üzerine, son damla kanını akıtıp sendelemesi ve sonra olduğu yere yıkılması bir olmuştu. Bir anda, “Hücum! Hücum! …çocuklar” – diye haykıran ses kesildi. Bir inilti, ağır yaralı bir aslan iniltisini andıran bir ses, onun son sesi idi.

O anda, hemen taburun başına geçen Dr. Yzb. Sinoplu Sefer Bey de mitolojik bir kahraman gibi dövüşerek ve naralar atarak, kurşun ve mermi yağmuru altında hücum ederken çok ağır bir yara almıştı; bu sırada kumandan Süleyman Askeri Bey’de, en ön hatlarda ilerlerken iki bacağından oldukça önemli yara alarak ilk vasıta ile Bağdat askeri hastanesine nakledildi. Dr. Yzb. Sinoplu Sefer Bey Bağdat’a götürülürken arkadaşı Dr. Nihat Sezai’nin kolları arasında son nefesini verdi.

Yzb. Cemil ve Dr. Sefer Beylerin şahadetleri, Kumandan Süleyman Askeri Bey’in ağır bir şekilde yaralanması üzerine Osmancık Taburu gönüllüleri çılgına dönerek şiddetle kesin bir intikam saldırısına geçip karşı tarafın döküntülerini de tamamen püskürtmüşlerdi. Geç vakit yara bere içinde mevzilerine zaferle dönen ve fakat pek sevdikleri subay ve komutanlarının acısıyla üzüntü içinde içleri yanmakta olan yiğitlerimizin hepsi aç ve susuz bulunmalarına rağmen, ağızlarına bir lokma koymadan tüfeklerine sarılmış, yarı uyur yarı uyanık sabahı etmişlerdi.

Osmancık Taburunun kahraman ve savaşçı ruhu bütün savaş boyunca Irak savaşının her köşesinde yaşanmıştır. Şimdi birçoklarının kemikleri baba ocağından uzakta toprak zerrelerine karışmış olan bu kahramanları sevgi ve saygı ile anarak yazdığım bu satırlara son verirken, kimin olduğunu hatırlayamadığım şu kıymetli sözleri tekrarlamaktan kendimi alamayacağım.

“İnsanlar doğar, yaşar, ölür. Ölenlerin çoğu unutulur. İsmi unutulmayan kendi ölmüşken adı, sanı yaşayanlar; milletine, vatanına iyilik edenler büyüklük gösterenlerdir”.             
           
                                                                                                                             Hamza Osman ERKAN
                                                            Kaynak: Resimli Tarih Mecmuası Sayı 20, sayfa 920


                                                                                                                        
Bu anıları canlı tutabilmek tarih bilincinin sağlıklı olarak milli eğitim müfredatında yeniden ele alınması ile tarih bilincinden, milli birlikten yoksun bırakılmış gençliğin bilinçlendirilmesi ile mümkündür. Günümüzde tarih bilinci geliştirilmemiş örf, ananesi kaybettirilmiş materyalist bir gençliğin yetişmesi kendi milletine yozlaşmış bir toplumun meydana gelmesi dış kaynakların milli eğitim üzerindeki etkileridir. Günümüzde Fetö olayı ile kendini en açık şekilde göstermiştir. Şu günlerde tek bir yumruk olmamız gerekirken, vatan hainleri ve destekçileri yine boş durmamaktadır.  
    Binlerce yıldır, yüzlerce devlet, on altı imparatorluk kurmuş bir milletin evlatları olarak tarihimizin her sayfasından gurur duyacağımız yerde çocuklarımızı tarih bilgisinden yoksun ve Amerikalıların yarattığı suni kahramanlara hayran bıraktık. Tarih derslerinin gereksizliğine inandırdık. Tarih derslerini savaşlar ve anlaşmalar olarak gördük, tarih tekerrürden ibarettir dedik ama tarihte yaşananlar ile günümüzde yaşananlarının sentezini yapmayı öğretmedik. Ülkü birliğimizi faşizm ile özdeşleştirenler Atatürk’ün “Ne mutlu Türküm diyene” sözünün içeriğindeki Türkiye milliyetçiliğini tahlil bile edememişlerdir. Şanlı tarihimizin hiçbir sayfasında emperyalizm ve faşizm görülmemiştir. Diğer milletlerin dinlerine ve dillerine saygı göstermiş aman dileyene kılıcımızı kaldırmamışızdır. Bu gün birçok tarihçi kendi milliyetlerinin Osmanlı Türk devleti sayesinde var olduğunu yazmaktadır. 

Milli değerlere sahip çıkanlara faşist yaftası yapıştırılmış, kahramanlık türkülerimiz ve bunu icra eden sanatçılarımız sanat camiası içinden silinmiş unutturulmaya çalışılmıştır. Ata sporumuz güreş karalama kampanyaları başlatılmış sporcularımız aşağılanmış Bunun altında yatan ise savaş meydanlarında Türk ordusunun yakın boğuşma tekniklerinin güreş tekniği ile başarı kazandığının fark edilmesidir. Bunlarda yetmedi namus bildiğimiz silah sevgimize birkaç kendini bilmez nedeniyle silahın şiddet içerdiği gibi bir takım yaklaşımlarla Türk milletinin silaha olan düşkünlüğü de aşağılanmaya başladı. Bunun altında yatan bizleri iyice yumuşatıp kolay lokmaya dönüştürme çabalarını görmemek saflıktır.

Hz. Muhammet (S.A.V.) efendimiz bir hadisinde buyuruyor ki “evlatlarınıza yüzmeyi, güreşmeyi ve ok atmayı öğretiniz”. O cağlarda bu savaş sanatının öğretilmesi anlamına geliyordu; günümüzde de gelişmiş silahların kullanılmasının öğretilmesi askere yolladığımız evlatlarımızın kolay av olmasını önler. Unutmayalım ki kendini savunamayan ülkesini savunamaz. Bu gün Anadolu’da, Baba sünnet olan oğluna Kuran, Bayrak ve silahını emanet eder. Bu her Türk gencinin vatan, bayrak namus için savaşması gerektiği ve gerektiğinde bu uğurda seve seve canını vermesinin öğretisidir. Yine ergenliğe giren genç horoz keserek erkekliğe adım atar. Bu örf ve adetlerimiz sayesinde kahramanlar yetişmiştir. 

Günümüzde Türk insanına yakışmayan birçok yanlışın yapıldığını görüyoruz; başta kadına şiddet büyüğe saygısızlık gibi; Milli eğitimimizi gözden geçirip bu yanlışları düzeltmek ancak eğitimle sağlanabilir. Günümüzde gençlerin kötü alışkanlıklar edinmesi altında eğitimde spora verilen önemin yetersizliğinden kaynaklanmaktadır. Eğitim sistemimizi millileştirip geleceğe hazır olmamız gerekmektedir.

Bu milletin büyük çoğunluğu örf, adetini korumayı başarmıştır. Türk milleti liderini bulduğunda su damlaları gibi bir kanala toplanır dereler, ırmaklar, şelaleler oluşturur onu hiçbir bent engelleyemez yıllardır bize hasta adam gözüyle bakanlar, her fırsatta parmak sallayanlar dimdik ayağa kalktığımızı gördüklerinde yıllardır üzerimizde oynadıkları oyunların tutmadığını görmüşlerdir. Kore savaşında …“bunların elinden Kuran’ı almalıyız” diyenler bu iman gücümüzün yok olmadığını acı bir şekilde test etmiş oldular.
Allah gazamızı mübarek zaferlerimizi daim etsin.