Dünya, her gün yaşadığı içsel çatışmaları dışarıya belli etmeden dönmeye devam eder.
Volkanları patlar, yer kabuğunda çatlaklar oluşur, derinlerde depremler kopar; ama dışarıdan bakıldığında genellikle sessiz ve durağandır.
Tıpkı insan gibi...
İnsan, bu devasa gezegenin en küçük modelidir âdeta. İçinde kaçınılmaz ve sürekli bir hareket, bazen bir huzur bazen ise karmaşa taşıyan, ama dışarıya çoğunlukla belli etmeyen bir varlıktır.
Herkes kendi yaşadığı fırtınaları bilir, ama çevresindekiler yalnızca yüzeye yansıyan, görebildikleri kadarını anlar.
İnsan, içinde kopan fırtınaları dışarıya yansıtmamayı genellikle bir erdem olarak görür.
Çünkü, hayâtta kalmak, başkalarına ayak uydurmak ve sosyal düzeni sürdürmek çoğu zaman bu "maskeyi" taşımayı gerektirir.
Oysa bu maskenin ardında derin bir karmaşa yatabilir; hayâl kırıklıkları, pişmanlıklar, öfkeler, hattâ coşkular.
Her insan kendine bir dünya kurar; içinde kimsenin göremediği bir kaos ve düzenle var olur.
Bazılarının içindeki fırtınalar daha sessiz, daha sâkin eserken; bazılarında ise her an patlamaya hazır bir volkan vardır.
İçsel fırtınaları kimsenin görememesi, insanı daha da yalnızlaştırır.
Bu, dış dünyada birçok insanın yanında dahi kendini yalnız hissetmenin temel nedenidir. Çünkü, yaşanan hisleri, acıları, endişeleri anlatabilmek zordur.
Belki de toplumun insanları “güçlü” olmaya teşvik etmesinin altında bu yatar; güçlü olmak çoğunlukla acıların üstesinden tek başına gelmeyi gerektirir, bunu kimseyle paylaşmamayı öğretir.
Ama aslında her insan, kendini bir başkasına açabilmeyi, içsel fırtınalarını bir şekilde paylaşabilmeyi arzular.
Bu paylaşım, insanın kendini anlamasında ve kendi dünyasının huzûrunu sağlamasında önemlidir.
Ancak, çoğunlukla insanlar bu fırtınaları paylaşmak yerine bastırmayı tercih ederler. Zîrâ paylaşmanın, onları savunmasız, kırılgan ve “zayıf” gösterebileceğinden korkarlar.
Fakat, paylaşılan her duygu, her içsel çatışma, insanın kendi ağırlığını biraz daha hafifletir.
Öte yandan, paylaşmadıkları fırtınalar, zamanla insanın rûhunda derin yaralar açar; onu yalnızlaştırır ve dış dünyaya yabancılaştırır.
Bu bağlamda, bir insanın başka bir insanın içsel dünyasını anlaması, çok kıymetli bir meziyettir.
Empati, çoğu zaman tam olarak hissedemediğimiz o fırtınaları anlamaya çalışmakla ilgilidir.
Herkesin kendi içinde savaşlar verdiğini, kaygılar taşıdığını bilmek, insanlara karşı daha nâzik ve anlayışlı olmamızı sağlar. Çünkü yüzeyde görünen, çoğu zaman derinlerde yaşananları yansıtmaz.
Bu yüzden insanlara, yaşadıklarına dair yargıda bulunmadan, nâzik ve sabırlı davranmak, aslında kendi içsel fırtınalarımıza da iyi gelir.
Diğerlerinin de bizim gibi, karmaşık bir iç dünyaya sâhip olduğunu fark ettiğimizde, yalnızlık hissi bir nebze azalır ve insan olmanın ortak paydalarına biraz daha yakınlaşırız.
Hayâtın içindeki en zorlu görevlerden biri de içsel fırtınalarımızla barışmayı öğrenmektir.
İnsan, kendi içindeki karmaşayı kabul etmeyi başardıkça, dış dünyada da daha huzûrlu ve uyumlu hâle gelir.
Kendi iç dünyasını kabul etmek, onu tanımak, kişinin kendine ve çevresine daha anlayışlı ve sevgi dolu olmasını sağlar.
Bu, dışarıya yansıyan sessizlikle değil, içsel bir dinginlikle ilgilidir.
Kısacası, insan dünyaya benzer; ama bu dünyaya barış ve dengeyi getirecek olan yine kendisidir.