Hayat, bizlere sunulan devasa bir sahne... Kimimiz bu sahnede büyük kahkahalar atarken, kimimiz derin bir sessizlikle yol alır.
Görünüşte bir eğlence, bir “çal oyna” dünyası gibi gelen modern yaşam, aslında sahnenin perde arkasında ağır bir dram taşır.
İnsan, yüzünde bir gülümsemeyle ilerlerken ruhunda bin bir yara taşıyor olabilir.
Yaşadığımız çağda her şey o kadar hızlı ilerliyor ki durup düşünmeye, hissetmeye vakit kalmıyor.
Sosyal medyada bir mutluluk furyası: Renkli filtreler, gülen yüzler, lüks sofralar...
Bir an durup sorsak: Bu anlık görüntülerin ardında gerçekten ne var? Mutluluk mu, yoksa sessizce biriktirilen bir yorgunluk mu?
İnsan zihni, geçmişin hayaletlerini saklamaya bayılır. Küçük bir yanlış anlaşılma, içten içe büyüyen bir korku ya da cevapsız kalan sorular… Hepsi birer zincire dönüşür. Bu zincirler birikerek ruhumuzu ağırlaştırır.
Zincirleri kırmak yerine, onları sıklıkla içimize atmayı tercih ederiz.
Belki kimseyi yormamak için, belki de kimseye güvenmediğimiz için...
Kafaya takmanın acısı büyüktür.
Sürekli düşünen bir zihin, zamanı geldiğinde yorulur, çıkış yolunu bulmakta bocalar.
En küçük bir olayı bile çözümleyene kadar binlerce farklı ihtimali tartışır kendi içinde.
Ve biz, bu düşünceleri bastırarak yaşamaya devam ederiz.
İçimize ata ata büyüyen yorgunluk, sonunda bizi sessiz bir limana çeker. Bu liman, yalnızlığın limanıdır.
“Hayat kısa, tadını çıkar!” mottosuna ne kadar inanıyoruz?
Eğlenmek, mutluluğu tetikleyen en büyük anahtarlardan biri gibi görünür. Ancak hayatı sadece anlık zevklere indirgeyince, yüzeysel bir tatminle baş başa kalıyoruz.
Gözümüzü kapatıp o eğlenceli dakikaları birer birer silsek, geriye ne kalır?
Çoğu zaman; sorgulanmamış pişmanlıklar, yarım kalmış hayaller ve derinlerde bir yerlerde varlığını sürdüren yalnızlıklar…
Gönlünce eğlenmek, genelde gönlü susturmak için bir çaba gibi görünür. Halbuki gönül, susturulmayı değil, anlaşılmayı ister. Ama biz, anlaşılmaktan korkarız. Çünkü anlaşılmak, maskelerimizi düşürmek demektir.
İçine atmak, insanı yavaş yavaş çürütür.
Dışarıdan güçlü görünen bir bedenin içinde, paramparça bir ruh taşınıyor olabilir. İçinde büyüyen volkan, bir patlama yaratmadan önce tüm enerjisini söndürür. Ve işte, insan sessizce tükenir.
Ölmeden önce ölmenin tanımı budur belki de: Kendini anlatamadan, biriktirdiğin yüklerin altında ezilmek.
Peki bir çıkış yolu var mı? Bu karanlık tabloyu değiştirmek mümkün mü? Elbette.
Bu, basit bir “her şeyi boş ver” cümlesiyle olmaz.
İnsan, önce kendine şefkat göstermeyi öğrenmeli. Zayıflıklarını kabul etmeli ve korkmadan paylaşmalı.
Anlattıkça hafifleyen dertlerin ağırlığı azalır. Sessizlik içinde taşınan yük, paylaşılınca küçülür.
Unutulmamalıdır ki, hayat bir sahne. Bu sahnede rolümüzü seçmek bize kalmış.
Her şeye kahkahalarla mı cevap vereceğiz, yoksa sessiz bir köşede içimize kapanarak mı?
Perde kapanmadan önce, yüklerimizi paylaşmayı, kalbimizi hafifletmeyi öğrenmeliyiz. Çünkü en güzel kapanışlar huzurla biter.
Son perdenin kapanışına sessiz bir yorgunlukla mı, yoksa hafif bir ruhla mı veda edeceksiniz?
Buna karar verecek birisi varsa o da sizsiniz. Zira bu, sizin sahneniz.