Yaşarken bir sürü şey biriktirir insan.
Bazen emek harcar bunun için, fedakârlık yapar.
Bazen de farkında bile olmaz biriktirdiklerinin…
Kimine “yüktür” biriktirdikleri, altında ezilir. Kimisi şükreder, “birikim” der, kıyamaz.
Herhalde en hüzünlüsü de insanın biriktirdiklerini kendi eliyle çöpe atmak durumunda kalmasıdır.
Özenle ve zahmetle hazırlanan bir yemeğin içine sinek düşmesi gibi bir şey…
Hayal kırıklığı yaşandığı için hayal kurmaktan vazgeçilmez belki ama en değerli “birikim” olan güveni kaybetmenin “vazgeçtirdikleri” hayatımızı şekillendirir.
Zamanın birinde çölde su dilenerek insanlara yaklaşan ve hırsızlık yapan soyguncunun mağdur ettiklerinden birisi soyguncu ile karşılaşır ve ona şöyle der: “Her şeyimi çaldın, ama bu olanları sakın kimseye anlatma”. Soyguncu, çalınan mallarını geri istemektense böyle bir talepte bulunan adama sormadan yapamaz: “Neden?” der. “Neden anlatmamı istemiyorsun”?
Cevap şöyledir: “Bir gün çölde gerçekten susuz kalmış birisi su istediğinde kimse ona inanmaz ve yardım etmez.”
Güven duygusunu kaybetmenin en kötü tarafı da insanı iyi niyetinden vazgeçirmesidir.
Yaşadığımız hayat ise bizi sürekli güvenmemeye ve daha az iyi niyetli olmaya mecbur bırakır.
Oysa ara sıra aldatılmak hiç güvensiz yaşamaktan daha kolaydır.
Çünkü yapılan bütün genellemelerin bir gün “tuzağa” düşürmesi gibi “güvensizlik” de gün gelip hayatın tamamını bir ağ gibi kapladığında, hayata ağlar arkasından bakmak ile çıplak gözle bakmak arasındaki farkı hissetmek hiç kolay olmayacaktır.
Geçmişinde büyük travmalar yaşayan insanların ucuz savunma mekanizması olan güvensizliğin, risk almadan yaşama gayretinin vermiş olduğu sağlamlık, “belki de kaypaklık”, aslında hayata hiç “dokunamadan” kendi ömrünü ıskalamaktır.
Belki de bu yüzden alınan büyük kararlar küçük “bahanelere” feda edilir.
Belki de güvensizlik en kolay bahanesidir kendimizin yetemediği hesabı karşıdakine ödetmeye…
Hesabı kim öderse ödesin gerçekler hiç değişmeyecektir.
Ancak ister kaderin ördüğü diyelim, ister kendi dokumamız diyelim ağlarımızın arkasından gördüğümüz kadardır gerçek… Ona çıplak gözle bakmak yürek ister.
Sadece bireysel değil, toplumsal yaşantımızda da sorun sadece gerçeklerin çıplak gözle görülememesi değil, aradaki ağların bizim dışımızda da oluşabilmesi ve kimlere, hangi amaca hizmet ettiğinin fark edilememesidir.
Özellikle sosyal algıların nasıl oluşturulduğunu ve birilerinin bilmemizi istediklerini, istenilen formatta ekranlardan servis ettiğini sokaktaki çocuklar bile biliyor artık.
Yaşadığımız çağda gerçeklerle aramızdaki en büyük “ağ” her gün yüzüne baktığımız ekranlar ki; o ağa takılmadan hayatı sürdürmek neredeyse mümkün değil.
Her şeyin bilgisine erişebilmek tüm zamanlardan çok daha hızlı ve kolay ancak o bilgiye “güvenebilmek” hiç de kolay değil. Elde edilebilirlikten daha kaotik olan mesele güvenilir olmak ve güvenilirliği sürdürebilmek…
Bu yüzden nadir bulunan, nesli tükenen her şey gibi gerek toplumsal gerek bireysel hayatta güven duygusunun değeri artıyor. Bununla beraber insanlar, güvensiz yaşama modellerini her geçen gün daha da içselleştiriyor.
İnsanlara güvenmemeyi hala öğrenememiş birileri kalmışsa eğer güler geçeriz onlara…
Ya da fazla iyi niyete rastlarsak bir yerlerde altında mutlaka başka sebepler ararız. Daha da acısı kolay kolay da yanılmayız.
Her şeyin kolay elde edilebildiği ama kolay da kirletildiği bu zamanda özündeki iyi niyetinden ve güveninden eksilme olmadan ömrünü nihayetlendirebilen hiç kimse yoktur herhalde…
Yaşadığımız hayal kırıklıkları, bedeli mutlaka ödetilen iyi niyet ve güvendiğimiz dağlara yağan karlar, çöl ortasında susuz kalan birine duyarsızlaştıracak kadar tedbirli yapmasın bizi…
Ben böyle söylüyorum… yine de…