İnsan türünün varoluş teorileri, çeşitli dinler ve bilim insanları tarafından farklı şekillerde ele alınmış olsa da, yeryüzünde gördüğümüz ve bildiğimiz denizler, dağlar, ovalar, vadiler içerisinde bitkiler, hayvanlar ve insanlar gibi pek çok canlı türü yaşamaktadır. Her canlı türü, hayatta kalabilmek, doğup büyümek ve yaşamını sürdürebilmek için belirli koşullara ihtiyaç duyar. Bu koşullar bazı açılardan ortak olabilirken, bazı durumlarda farklılık da gösterebilir. Hatta kimi türlerin varlığını sürdürebilmesi, başka türlerin yok olmasına bağlıdır.

İnsan türü, doğanın sunduğu koşullara uyum sağlarken, farklı iklim ve coğrafyalarda hayatta kalabilmek için beslenme alışkanlıklarını ve yaşam biçimlerini sürekli olarak değiştirmiştir. İnsan, tarih boyunca farklı topluluklarda, coğrafyalarda ve kültürlerde yaşamış; beslenme, inanç ve karakter açısından çeşitlilik göstermiştir.

Hayat döngüsü, doğanın işleyiş ve evrenin ritmiyle uyum içinde devam ederken, insan türü “Ben kimim? Nereden gelip nereye gidiyorum?” gibi varoluşsal sorular sormaya başlamış ve ardından ne, neden, nasıl, nerede, ne zaman, kim gibi sorularla dünyayı ve kendisini anlamaya ve konumlandırmaya çalışmıştır. Yeryüzü, tüm canlılara olduğu gibi insanlara da yeterli imkânlar ve kaynaklar sunmakta, hatta konforlu bir yaşam oluşturabilecek kapasiteye sahiptir. Bu sorulara verilecek doğru cevaplar, insanın aradığı ve hayal ettiği cenneti dünyada bulmasını mümkün kılabilir.

İlahi dinler ve diğer inanç sistemleri, insan zihnindeki bu sorulara büyük ölçüde cevaplar sunmuş olsa da, inanç, sadakat ve ulaşılmak istenen ideale duyulan arzu, bazen bu soruların sorgulanmasını engelleyebilir. Bu durum, bu öğretilerin insanların yaşamlarını nasıl şekillendirdiğini, inanç ve eylemlerinin bireysel huzurdan toplumsal barışa kadar geniş bir etki alanı oluşturduğunu gözler önüne serer.

Tarihten günümüze kadar, ilkel insan topluluklarından modern toplumlara kadar bireyler arasındaki paylaşım memnuniyetsizliği, güç ve strateji mücadelesinin sayısız örneğiyle doludur. Bu mücadele; kardeşler, arkadaşlar, kabileler, ülkeler ve imparatorluklar arasında olduğu gibi, mezhepler ve dinler arasında da devam etmiştir. Kişi, toplum, inanç, bölge ve tarihsel dönem fark etmeksizin, bu çatışmalar en şiddetli ve yıkıcı sonuçlara yol açmış, bazen de insanların birbirleriyle olan bağlarını daha derin etkilemiştir.

Binlerce yıllık deneyimlerimiz ve insan fizyolojisinin bilinen özellikleri sayesinde, akıl yürütme, muhakeme etme ve ayırt etme yetilerimizle doğruyu, güzeli ve iyiyi seçebiliyoruz. Ancak insan, daha fazlasına sahip olma, daha güçlü olma ve iktidarı ele geçirme arzusuyla hareket ettiğinde, ilkesiz, ölçüsüz ve hırsla yıkımı, çatışmayı ve yok etmeyi tercih edebilmektedir.

İlahi dinler, insanın ‘eşref-i mahlûkat’ olduğunu vurgular ve ona doğru yolu göstermek için bir inanç sistemi sunar; aynı zamanda doğrularla yanlışları ayırt etmesine yardımcı olur. Tanrıya inanmak ve ona tazim göstermekle başlayan inanç, tanrıyı merkeze almanın getirdiği güven ve huzurla, emredilen güzellikleri ve doğruları yerine getirmenin hazzını kullarına yaşatır.  Bu öğretiler, insanın iyiliğe yönelmesini ve kötülükten sakınmasını sağlamak amacıyla, temel değerler belirler. Yalan söylememek, hırsızlık yapmamak, haksız yere kimseye zarar vermemek, zalime karşı direnmek gibi değerler; can, mal, namus ve akıl emniyetini esas alarak insan tabiatına ve ideallerine uygun bir varoluş sunar. Böylece ilahi dinler, sadece bireysel sorulara cevap vermekle kalmaz, aynı zamanda dünya saadetinin de rotasını çizer.

Ne var ki insan tabiatının, kötülüğün peşinde koşma arzusu, ideal olarak kabul edilen ilahi dinlerin inanç ve ibadet sistemlerini de zamanla bozmaya başlamıştır. Zamanla dinlerin inanç sistemi, ibadetleri, kavramları ve kurumları asıl amaçlarından saparak yozlaşmaya uğramış ve hatta kötülüğe hizmet eden araçlara dönüşebilmiştir.

Doğru-yanlış, iyi-kötü kavramları, ister dini bir referansla, ister insan kaynaklı bir öğretiyle ortaya çıksın, yeryüzünde benzer sonuçlar doğurur. Bir kısım insan kötülüğün peşinde koşarken, diğerleri iyiliği yaymakta ve kötülerle mücadele etmektedir. Bu evrensel mücadele, insanlık tarihinin her döneminde var olmuştur.

Asıl olan, her alanda hakikatin ve güzelliğin ortaya çıkmasıdır. Değerli olan ise bu uğurda verilen çaba ve yaşanan süreçtir. Ancak, iyi ile kötünün, doğru ile yanlışın mücadelesi hiçbir zaman sona ermeyecek. Belki mutlak hakikate ulaşamayacağız, ancak bu arayış insan olmanın en temel anlamını oluşturacaktır. Bu mücadele, insanın varoluşunun en temel ve en anlamlı yolculuğudur.

                  Mehmet Düğmeci Mart 2025