Bir insana kıymetli/değerli olduğunu hissettirmek, derin bir gönül inceliği gerektirir. Bu, yalnızca sözlerle değil, davranışlarla ve hislerle yaşanan bir süreçtir.

İnsan ruhunun inceliklerini anlamak, onun ihtiyaçlarını fark edebilmek ve bu ihtiyaçlara cevap verebilmekle mümkündür. 

Çünkü insan, değer gördüğünde var olur; kendini kıymetli hissettiği ölçüde topluma ve çevresine katkı sunar.

Yaşadığımız çağda bu incelik ne yazık ki unutulmuş, yerini menfaat ilişkileri ve gelip geçici sanal başarılar almıştır.

Hayatın bir sahne olduğunu söyleriz sıkça. Bu sahnede kimi insanlar belirir, PR çalışmalarıyla kendi hikâyelerini yazar, algı operasyonlarıyla başrolü oynar ve sonra sahneden çekilir.

Mühim mevkilerde, koltuklarda oturanların bazıları bundan farklı değildir.

Kimileri hak ederek gelir, kimileri de şartların getirdiği fırsatlarla. 

Sonuç değişmez: Bir gün gelir ve o koltuktan kalkmaları gerekebilir. 

İşte o an, geride bıraktıkları izlerin ağırlığı, onların değerini belirler.

Sanal başarı ile bir koltuğa oturmanın övüncü kısa sürelidir. 

İnsan, bulunduğu yerde nasıl bir fark yarattığı, ne gibi güzellikler kattığı ve kime dokunduğuyla anılır.

Çoğu zaman kişiler, başarı hikâyelerini anlatmakla meşgul olurken gerçek başarıyı, yani insanları etkileme gücünü gözden kaçırır. 

Bu yüzden pek çok kişi, başarısızlığının faturasını başkalarına keserek sahneden çekilir.

Oysa asıl olan, gök kubbe altında hoş bir sedâ bırakmaktır. 

Mevlâna’nın deyimiyle, insanın bu dünyaya bırakacağı en güzel miras budur. 

Ne sahip olduğu servet ne de geçici başarıları insanın ardında iz bırakmasına yeterlidir. Önemli olan, insanların kalbinde bir yer edinebilmektir.

Maalesef modern dünyanın başarı tanımları insanları bu incelikten uzaklaştırıyor. 

Bugün çoğumuz “hedefler” peşinde koşarken, bu hedeflere ulaşmanın asıl amacını unutuyoruz: İnsanlara değer katmak, onların hayatına dokunmak ve güzellikler yaratmak.

Başarı, yalnızca bir hedefe ulaşmak değildir; başarı, bu yolda iz bırakabilmektir.

Bazı insanlar başarılarını yalnızca kendi çabalarına bağlar. Şartların ya da onlara destek olan insanların önemini göz ardı ederler. 

Biliyoruz ki, hayatta hiçbir şey tamamen bireysel değildir. 

Bir insanın bir yere gelebilmesi, yalnızca kendi yetenekleri kadar çevresindeki insanların desteği ve fırsatlar sayesindedir. 

Bu gerçeği göz ardı edenlerin hikâyeleri genelde kısa sürer.

Gelenler ve gidenler hep olacaktır. Asıl olan bu döngüde kişilerin nasıl hatırlandığıdır.

Bir mevkiden ayrıldıktan sonra “O, gerçekten fark yarattı” dedirtebiliyor muyuz? Yoksa adımız, başarı hırsıyla gölgelenmiş bir hatıradan mı ibaret kalıyor?

Gönül inceliği, insanlara kıymetli/değerli olduğunu hissettirme yeteneğidir. Bunun için empati gerekir, insanları gerçekten dinlemek ve anlamak gerekir. 

Bir insanın hayatına dokunabilmek, onun sorunlarına çözüm üretmek ve onu kendi potansiyeline inandırabilmek en büyük meziyettir.

Hayat sahnesinden çekilirken ardımızda hoş bir sedâ bırakmak istiyorsak, koltuklarımızı değil gönülleri doldurmayı hedeflemeliyiz. 

Çünkü dünyada her şey gelip geçicidir: Mevkiler, servetler, başarılar... Ancak bir insana hissettirdikleriniz kalıcıdır.

Kısacası, bir yerlere gelenler ve gidenler olacaktır; bu döngü hiç bitmeyecek. 

Mühim olan, bu dünyada hoş bir sedâ bırakabilmek, insanlara değebilmek ve gök kubbede yankılanan bir iz bırakmaktır. 

İnsan, söylediklerinden çok, yaptığı ve hissettirdiğiyle anılır. 

Bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğu bilinen bu yalan dünyada, hasbi yaşamak ve kalıcı izler bırakmak için, gönül inceliğiyle hareket etmek en büyük hedefimiz olmalıdır.