“Bir ulusu yıkmak için atom bombasına veya uzun menzilli füzeye gerek yoktur.. Eğitimin kalitesini düşürmeniz yeterlidir..” 
1978 yılı Temmuz ayında Maliye Bakanlığı Hesap Uzmanlığı Sınavı’na girdim. Üç gün boyunca sabah ve öğleden sonra yapılan sınavda toplam 23 adet sınav kâğıdı doldurdum. Elendim. 

1979 yılı Ağustos ayında İçişleri Bakanlığı tarafından açılan 65. Dönem Kaymakamlık Sınavı’nda yazılıdan 99,5 puan aldım. Sözlü sınavda heyette bulunan bir görevli bana “IMF Türkiye’yi nasıl sömürür?” diye sordu. “Hüsn-ü mizan” denilen ve 10 tam puan üzerinden 7 not alamadan ders geçilemeyen Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin Mülkiye ismiyle şöhret bulduğu son demlerinde mezuniyet sonrası bütün ciddi kitapları yeniden okudum. Sorulan soruyu cevaplandırdım, ama neticeler açıklanınca kazananlar arasında ismimi göremedim. Demek ki, ders kitaplarında yazılan bilgilerin dışında bu sorunun bir başka cevabı varmış deyip sınavlara girip çıkmaya devam ettim. 

Mülkî idare âmirliği mesleğine 1980’de başladım. Latin Amerika’nın Kesik Damarları isimli kitabı okuyunca “IMF Türkiye’yi nasıl sömürür?” sorusunun cevabını bulduğumu anladım.

Yazının başlığına koyduğum, ancak kime ait olduğunu bilmediğim güzel sözü de dikkate alarak aşağıdaki satırları dikkatle okumanızı tavsiye ederim.

“Sömürgeciliğin ve yeni sömürgeciliğin simyasında, altın tenekeye, besinler zehre dönüşmektedir.”  

“17. yüzyıl, serüvencilerin, açlığın ve çeşitli ağır hastalık salgınlarının çağı oldu.” 

“Evrensel gelişimin tek kaynağının endüstrileşme olduğunu kabul etmek gerekir.”  

“Uzun süren yıkım dönemine karşın, bu uygarlıkların düzeyini belirten çok sayıda yapıt kalmıştır günümüze. Tapınaklar Mısır piramitlerinden daha yüksek bir teknik bilgi düzeyini ortaya koyar. Doğayla savaşmak için geliştirilmiş aletler bilgi ve deneyim birikiminin genişliğini, sanat eserleri olağanüstü bir yeteneği kanıtlamaktadır. Lima Müzesi’nde göreceğiniz yüzlerce kafatası, İnkalı cerrahlarca açılmış, tedavi amacıyla altın ve gümüş tabakalar yerleştirilip tekrar kapatılmıştır. Mayalar ise astronomi konusunda çok ilerideydiler. Zamanı ve mekânı şaşırtıcı bir kesinlikle ölçmeyi becermişler ve tarihte sıfırın değerini bulan ilk uygarlık olmuşlardır.

Amerika’nın fethi bu uygarlıkların temelini çökertti. Ne tekerleğin, ne atın, ne de demirin bilindiği bu imparatorlukta sulama kanalları ve taraçalar inanılmaz bir örgütlenme ve akıllıca bir işbölümüyle erişilen teknik kusursuzluk sayesinde yapılabilmiştir. Bu başarıda, insanın toprakla ilişkilerini düzenleyen dinin gücünü de unutmamak gerekir.

Doğanın yetersizlikleri karşısında Azteklerin yaptıkları icatlar da aynı ölçüde şaşırtıcıdır. Bugün turistlerin ‘yüzen bahçeler’ adıyla bildiği; Meksika’nın başkentinin bulunduğu kurumuş göl üzerinde kalan birkaç adacıktır. Bu adacıklar, (…) toprakların yetersizliğine karşı Aztekler tarafından getirilen bir çözümdü. Yerliler göl kıyısından getirdikleri milli toprakları sazlıkların arasına yerleştirerek oluşturdukları adacıklara ağaçlar dikerek köklerin toprağı sağlamlaştırmasını beklemişler, yeni toprakları birbirine kanallarla bağlamışlardı. Ortaya çıkan son derece verimli adaların üzerine Azteklerin güçlü başkenti kurulmuştu. Ağırbaşlı görünümlü sarayları, piramitleri ve kanallarıyla göz kamaştırıcı bir güzelliğe sahip olan başkent, gölün ortasından fışkıran bir mucize gibiydi. Yabancı istilası bu güzelliği yok etti. Meksika’nın o günkü nüfusuna ulaşabilmesi için aradan dört asır geçmesi gerekti.

Yerliler sömürgeci üretim sisteminin yakıtıydılar. Sergio Bagu, ‘yüzlerce yerli mimar, heykeltıraş, mühendis ve gökbilimcinin kölelerle birlikte maden ocaklarına atılıp ağır işçi olarak’ çalıştığından söz ediyor. ‘Bu adamların teknik becerileri sömürgeci ekonomiyi ilgilendirmiyordu. Onlar yalnızca vasıfsız birer işçiydi sömürgecilerin gözünde.’”  

“ … Sömürgeciler, altına, gümüşe, madenlerde çalışacak kölelere olan açlıklarıyla, iyi gelir getiren toprakların da üzerine çullanıyorlardı. Bu hırsızlık çok uzun süre devam etti; 1969’da Peru’da toprak reformu gerçekleştirildiğinde, gazeteler yerlerinden, yurtlarından edilmiş yerlilerin dağlardan inip eski topraklarını işgal ettiklerini yazıyordu. Ama ordu üzerlerine ateş açarak onları geri gönderiyordu.”  

“Bolivya yerlileri 1952’de yapılan devrimle haklarına kavuşuncaya kadar pongolar köpeklerle bir arada uyur, köpeklerin yemek artıklarıyla beslenir, beyazlarla konuşabilmek için yere diz çökerlerdi. Binek hayvanı yokluğunda yerliler yük hayvanı gibi kullanılmıştı uzun süre. Bugün de And Dağları’nın yüksek yaylalarında, bir parça kuru ekmek karşılığında dişleriyle bile yük taşıyan yerli hamallara rastlanır. Amerika’daki ilk meslek hastalığı pnömokonyoz olmuştu; bugün de Bolivyalı maden işçileri ataları gibi otuz beş yaşına geldiklerinde, ciğerleri normal işlevlerini yerine getiremez. Acımasız silis zerrecikleri önce derinin içine işler, elleri ve yüzü çatlatır, tat ve koku alma duyularını yok ettikten sonra da ciğerlere saldırır. Bronşları tıkayarak ciğerleri çalışmaz hale getirir. 

Yerlilerin tipik giysileriyle fotoğrafını çekmeye bayılan turistler bu giysilerin kendilerine 18. yüzyıl sonunda II. Carlos’un zoruyla giydirildiğini bilmezler. İspanyolların yerli kadınları giymeye zorladığı elbiseler, Endülüs, Extremadura ve Bask köylülerinin yerel giysilerinden alınmıştır. Saçların ortadan ikiye ayrılmasını da Toledo Valisi buyurmuştur. Buna karşın koka kullanımı İspanyolların zoruyla yerleşmemiştir. İnkalar döneminden beri yerliler arasında yaygındır. Ancak, İnka İmparatorluğu döneminde koka devlet tekelindeydi ve kullanımı dinsel törenlerle ve ağır maden işleriyle sınırlıydı. İspanyollar bu kullanımı daha da yaygınlaştırmak için canla başla çalıştılar. Bol kazanç sağlayan bir ticaretti bu. Kilise bu narkotikten vergi alıyordu. Yerliler çalışmaları karşılığında aldıkları birkaç kuruşu, yiyecek yerine koka yapraklarına harcıyorlardı. Bu yaprakları çiğneyerek, yani kendi hayatlarını kısaltarak madenlerdeki cehennem hayatına katlanmaya çalışıyorlardı. Yerliler alkol de kullanıyordu; efendileri ‘kötü alışkanlıklar’ın yaygınlaşmasından şikâyetçiydiler. Günümüzde de Potosi yerlileri açlıklarını bastırmak ve kendilerini öldürmek için koka yaprağı çiğnerler. Ayrıca, saf alkolle iç organlarını kavurmaya da devam ederler. Mahkûm edilmişlerin, zararı yine kendilerine dönük bir isyandır bu.

Kendi topraklarından sürülen, hiç bitmeyen bir göçe mahkûm edilen Latin Amerika yerlileri, egemen uygarlığın sınırları genişledikçe, hep biraz daha yoksul bölgelere, kurak dağlara, çöllerin derinliklerine kaçmaktalar. Yerliler kendi zenginliklerinin gazabına uğradılar. Aslında Latin Amerika’nın acıklı tarihinin özeti de budur. Kolomb’la başlayan yerli kıyımı hiçbir zaman sona ermedi. Geçtiğimiz yüzyılda, Uruguay ve Patagonya yerlileri, hayvancılık yapılan latifundium’’ların örgütlü gelişimini engellemesinler diye, ormanlarda, çöllerde avlanarak askerî birliklerce öldürüldü. Meksika’da Sonora bölgesinde yaşayan Yakiler bir kan gölünde boğuldular. Amaç, mineral açısından çok zengin olan toprakların bir sorun çıkmadan Kuzey Amerikalı kapitalistlere satılabilmesiydi. Sağ kalabilenler Yucatan plantasyonlarına sürüldüler. Böylece eski sahipleri Mayaların mezarı olan bu yarımada, uzaklardan gelen Yakilerin de mezarı oldu.

Yüzyılın başında Brezilya’da hâlâ 230 kabile yaşıyordu. Bunlardan doksanı ateşli silâhlar ve mikroplar tarafından yok edilerek yeryüzünden silindi. Yerliler uygarlığın temsilcileri olarak şiddet ve hastalığı tanıdılar. Yerli için bugün de beyazlarla ilişki, ölümle ilişki demektir. Bakir topraklar ne kadar zenginse, yerlilerin üzerindeki tehdit de daha büyük oluyor.
Yerli avı son yıllarda korkunç boyutlara ulaştı. Dünyanın en geniş ormanlık bölgesi, efsane ve macera için biçilmiş kaftan, yeni bir Amerikan rüyasına sahne oluyor. ABD, Amazonlar’a, yeni bir Vahşi Batı bulmuş gibi çılgınca saldırmakta. Bu Kuzey Amerikan işgali Brezilyalı maceracıların açgözlülüğünü daha da artırdı. Yerliler hiç iz bırakmadan ölüyorlar, toprakları da dolar karşılığı Amerikalılara satılıyor. Yerlilerin ticarî değerinin farkında olmadığı altın, değerli mineraller, iyi cins tahta ve kauçuk, yapılan birkaç araştırmanın sonuçlarıyla bağlantılı gibi. Yerlilerin üzerine helikopterlerden ve uçaklardan ateş açıldığını, çiçek hastalığı virüslerinin kendilerine aşılandığını, köylerinin dinamitlendiğini, şekerlerine striknin, tuzlarına arsenik karıştırıldığını biliyoruz bugün.

Artık doğada özgürce yaşayan bir yerli toplumu yok. Yerliler de Latin Amerikan ekonomisinin bir parçası şimdi.
Yerlilerin topraklarına ve işgüçlerine el konması ırkçılıkla el ele yürür. Bu ırkçılık da fetihlerin eski uygarlıkları yakıp yıkmalarının yol açtığı bir sonuçtur. Yerlilerin eskiden sahip olduğu kültürel ve sosyal kimlik, fetihler ve ardından gelen uzun aşağılanma süresinin sonucunda paramparça olmuştur.”  

“18. yüzyılda Brezilya’da çıkarılan altın, önceki iki asır boyunca İspanya’nın sömürgelerinden elde ettiği toplam altından daha fazlaydı.
Sömürgecilerin gözü madenden başka şey görmüyordu. Tarımla uğraşmak akıllarından bile geçmiyordu.”  
“Altın ve köle kaçakçılığında uzman olan İngiltere ve Hollanda, kaçak ‘siyah et’ ticaretinden de korkunç bir servet elde etmişti.
İngiliz kaynaklarına göre, belirli dönemlerde Londra’ya giren Brezilya altını haftada yirmi beş bin kiloya ulaşıyordu. Bu olağanüstü birikim olmasaydı, İngiltere Napolyon’la baş edemezdi. 

Brezilya topraklarında altının yarattığı dinamizmden kalan tek iz, kiliseler ve sanat yapıtlarıdır. Yabancıların ilerlemesiyle yoksullaşan ‘yeteneksiz’ uluslar da çaresizlikleriyle baş başa kaldılar. Madenlerinden ve değerli taşlardan yoksun bırakıldıkları için geçimlerini verimsiz topraklardan sağlamak zorundalar bugün. Madenciliğe dayalı ekonominin yerini geçimlik tarım ekonomisi aldı. 1964’te yabancı ellere teslim edilen demir de, altın gibi Brezilyalılara hiçbir yarar sağlamıyor.
Altın hummasından geriye kalanlar, maden çukurları, terk edilmiş küçük kentler ve birden gelişen sanat oldu.”  
“Merkantilizm, feodalizm ve kölecilik tek bir ekonomik ve sosyal birimde iç içe bulunuyordu. Plantasyon sisteminin de katılıverdiği iktidar sahnesinin başoyuncusu ise uluslararası pazardı.Dünya piyasasıyla bütünleşen her sektör önce dinamik bir devre geçirir. Daha sonra benzer ürünlerin rekabeti, toprağın giderek verimsizleşmesi ya da daha iyi şartlara sahip bölgeler bulunmasıyla kaybolup giderler. Üretimin başlangıç hamlesinin yerini yoksulluk, ölümle burun buruna bir hayat ve uyuşukluk alır. Şeker, ABD’nin Küba üzerindeki hâkimiyetinin anahtarı oldu. Bütün tarımı şekerden ibaret olan Küba’nın toprakları giderek verimsizleşti.”  

“İşçi en ufak itirazında tabut ölçülerini almak üzere derhal bir marangoz çağrılacağını gayet iyi bilir. Birçok yerde toprak sahipleri ya da yöneticiler, derebeyleri gibi her gelinle ilk geceyi geçirme hakkına sahiptirler. Bir ulusun bilinci bir gecede değişmez.”  

“Latin Amerika tropiklerindeki şeker, İngiltere, Fransa, Hollanda, ABD’nin endüstriyel gelişimini sağlayan sermaye birikimine büyük katkıda bulundu. Buna karşılık, Brezilya ve Antillerin ekonomilerini sakat bıraktı ve Afrika’nın yıkımına yol açtı. Avrupa, Afrika ve Amerika arasındaki ticaret üçgeninin hareket gücü şeker plantasyonlarında çalıştırılan kölelerin ticaretiydi. Augusto Cochin, ‘Bir şeker kristalinin tarihçesi aynı anda hem ekonomik, hem politik, hem de ahlâkî bir derstir.’ diyordu.
İngiltere, ihtiyacı olduğu sürece, insan alım satımının öncüsü oldu.”  

“Sergio Bagu’ya göre Avrupa’da ticarî sermayenin birikiminde en önemli etken, Amerika’ya yapılan köle taşımacılığı olmuştur. Bu sermaye de ‘günümüzün dev sanayi sermayesinin temel taşıdır.”  

“Köle ticareti, tersane merkezi Bristol’ü İngiltere’nin ikinci büyük kenti, Liverpol’u da dünyanın en büyük limanı hâline getirdi. 18. yüzyıl sonunda Afrika ve Antiller, Manchester’da 180 bin tekstil işçisine iş imkânı yaratıyordu. Sheffield bıçak yapımında ilerliyor, Birmingham yılda yüz elli bin tüfek üretiyordu. Afrikalı reisler, İngiltere’nin sanayi ürünlerine karşılık köleleri esir tüccarlarına teslim ediyordu. Böylece köylerde daha çok insan avlayabilmek için yeni silâhlara ve bol bol içkiye sahip oluyorlardı.

18. yüzyıl başında İngiltere’de tekstil sanayisinde kullanılan pamuğun dörtte üçü Antiller’den geliyordu.”  
“Brezilya’da köleliğe 1888’de son verildi.”  

“Sürekli olarak serbest değişimin propagandasını yapan zengin ülkeler, yoksul ülkelere karşı korumacılığın en koyusunu uygularlar. Gelişmiş ülkeler, azgelişmişlerin ürettikleri de dâhil, dokundukları her şeyi kendileri için altına, başkaları için tenekeye dönüştürürler.”  

“Unutmamak gerekir ki, kırsal bölgeler yalnız yoksulluk kaynağı değil, aynı zamanda birer isyan kaynağıdır. Yığınların görünürdeki boyun eğmişliğinin ardında toplumsal çelişkiler zamanla keskinleşir.” 

“İşsizlerin baskısı bir yandan ücret düzeyinin artmasını önlerken diğer yandan da iç tüketim piyasasının gelişmesini engeller.
Gelişmiş ve azgelişmişliğin ırksal etkenlerle açıklanamayacağı açıktır. Kuzey Amerika’da yeni gelişen endüstri, henüz bağımsızlık ilân edilmeden önce, korumacılıktan yararlandı. Buna göz yuman İngiltere, Antil Adaları’nda bir iğnenin bile üretilmesine izin vermiyordu.”  

“Astronotlar aya ilk kez ayak bastıktan sonra, Temmuz 1969’da, Werner von Braun ABD’nin belirli bir amaçla uzayda bir merkez kurmayı tasarladığını açıklıyordu: ‘Bu eşsiz gözleme platformundan yeryüzünün bütün zenginliklerini inceleyeceğiz. Bilinmeyen petrol kuyularını, bakır ve çinko madenlerini…’”  

“Arjantin’de, her petrol ihalesinden sonra ya da önce mutlaka bir hükûmet darbesi olur.

ABD’nin Brezilya Amazonu’nda genellikle hileli yollardan, büyük miktarda toprak satın alması, ülkenin askerî gücünü korumak için vazgeçilmez olan maden ihtiyacıyla açıklanabilir. 1964’te imzalanan anlaşma gereğince, ABD Hava Kuvvetleri’ne ait uçaklar bölgenin fotoğraflarını havadan çekmişti. Radyoaktif mineralleri belirlemek için ışık titreşimli sayaçlar, demir dışındaki madenler için elektromanyetometreler, demir için manyetometreler kullanıldı. Amazon topraklarının altında yatan zenginliklerle ilgili bilgiler, Amerikan Hükûmetine bağlı Geological Survey’in eşsiz hizmetiyle özel şirketlere aktarıldı. Bu uçsuz bucaksız bölgede altın, gümüş, elmas, jipsit, hematit, manyetit, tantal, titan, toryum, uranyum, kuvars, bakır, manganez, kurşun, sülfat, potasyum, boksit, çinko, zirkonyum, krom ve civa bulunduğu açıklandı.
Brezilya’nın yalnızca ham elmas kaçakçılığından uğradığı kaybın yılda yüz milyon dolara ulaştığı tahmin edilmekte. Aslında kaçakçılık neredeyse gereksiz bir yöntemdir. Yasal anlaşmalarla zaten Brezilya’nın en önemli doğal zenginlikleri elinden alınmaktadır. Örneğin dünyanın en büyük niyobyum madeni olan Araxa madenleri, New Yorklu Niobium Corporation of New York firmasının bir kuruluşuna aittir. Nükleer reaktörler, füzeler, uzay gemileri ve jetlerin yapımında kullanılan yüksek ısıya dayanıklı çeşitli madenler niyobyumdan elde edilir. Bu kuruluş aynı zamanda önemli ölçüde tantal, toryum, uranyum, piroklor ve azrak toprak metalleri de çıkarmaktadır.”  

“Güherçilenin yükselişinin ve düşüşünün tarihi, Latin Amerikan ürünlerinin dünya piyasasındaki geçici önemini çok iyi açıklar. Başarı hep geçici, felaket hep kalıcıdır.

Peru kıyılarında elde edilen guanonun gübresel özellikleri İngiliz laboratuarlarında ortaya çıkarıldıktan sonra, 1840’da yoğun bir guano ihracatı başladı. Kıyılardaki akıntıların getirdiği balık sürüleriyle beslenen pelikan ve martılar yıllar boyunca azot, amonyak, fosfat ve alkali tuzlar yönünden son derece zengin olan dışkılarını adalara yığmışlardı. Yağmurun hiç yağmadığı Peru kıyılarında guano hiç bozulmadan korunmaktaydı. Guano ihracatına başlandıktan kısa bir süre sonra, güherçilenin besleyici gücünün daha yüksek olduğu fark edildi, güherçile 1850’de Avrupa’da yaygın biçimde gübre olarak kullanılıyordu. Büyük Okyanus kıyılarında ‘neredeyse gemilerin gelip almasını bekleyen’ güherçile ve guano sayesinde açlık hayaleti Avrupa’dan uzaklaştı.”  

“Herhangi bir hammaddenin üretim kaynaklarının millîleştirilmesi, tek başına yeterli değildir. Bir ülke yeraltı kaynaklarını ele geçirdikten sonra da güçsüz kalabilir.”  

“Çelik dünyanın zengin merkezlerinde, demirse yoksul varoşlarda üretilir. ‘İşçi aristokrasisi’ diye adlandırabileceğimiz çelik işçilerinin ücretleriyle, karınlarını ancak doyurabilen demir işçilerinin ücretleri kıyas kabul etmez.

1910 yılında Stockholm’de yapılan Uluslararası Jeoloji Kongresi’nde toplanan ve yayımlanan bilgiler sayesinde Amerikalı işadamları birçok ülkenin yeraltı zenginliklerinin değerlendirmesini yapma imkânı buldular.”  

“Petrol, günümüz dünyasını harekete geçiren bir yakıt, kimya endüstrisinin önemi giderek artan bir hammaddesi ve askerî etkinliklerin vazgeçilmez stratejik unsurudur. Hiçbir madde, yabancı sermaye için ‘kara altın’ kadar çekici değildir, hiçbir kaynak bu derece kazançlı olamaz. Petrol, kapitalist sistemin bütününde en çok tekelleşmiş olan zenginliktir. Büyük petrol şirketlerinin politik gücüyle yarışacak bir kurum yoktur. Standard Oil ve Shell, bütün kıtalarda, bütün ülkelerde söz sahibidirler. İktidarları belirlerler, hükûmet darbelerini finanse eder, saray oyunlarını düzenlerler. Ellerinde çok sayıda general, bakan ve James Bond’la bu şirketler, savaş ve barış kararlarını verirler. New Jersey Standard Oil Co. Kapitalist dünyanın en güçlü endüstri kuruluşudur. Hemen ardından Royal Dutch Shell gelir. Kartelin rafinerileri, ham petrolü kendi şirketlerinden alıp işledikten sonra yine kendi dağıtım şirketlerine satarlar. Kartel ayrıca, petrol boru hatları ve petrol taşımacılığının büyük bölümünü de elinde tutmaktadır. Dünya fiyatları, vergileri düşürüp kazancı artıracak şekilde, bu şirketler tarafından belirlenir. Ham petrol fiyatlarındaki artış, daima işlenmiş petrol fiyatlarındaki artıştan daha düşüktür. 
Kahve ve et için geçerli olan sonuçlar petrol için de geçerlidir. Zengin ülkelerin petrol tüketiminden sağladıkları kazanç, yoksul ülkelerin petrol üretiminden sağladıkları kazançtan çok daha yüksektir. Aradaki fark onda bir oranındadır.
ABD petrolünün fiyatı yüksektir (devletin sübvansiyonu sayesinde dev otomobil filosu ucuz benzinden yararlanır). Ama Venezüella ve Ortadoğu’da çıkarılan petrolün fiyatı, 1957’den başlayarak, 1960’lı yıllar boyunca sürekli bir düşüş göstermiştir. ABD dünyanın hem en büyük petrol üreticisi, hem de en büyük ithalatçısıdır.

Petrol, başkanları ve diktatörleri belirler, buyruğu altına aldığı toplumların yapısal bozukluklarını daha da artırır. Dünya üzerinde petrol çıkartılacak bölgeleri, rezerv bölgelerini belirleyen de şirketlerdir, üreticinin isteyeceği, tüketicinin ödeyeceği fiyatı tespit eden de. Venezüella ve diğer Latin Amerika ülkelerinin doğal zenginliği, örgütlü saldırılar ve yağmalar kaynağı olan petrol, bu ülkelerin politik köleliğinin ve toplumsal çöküntüsünün başlıca aracı hâline gelmiştir. Petrolün tarihi, uzun bir lanetler ve başarılar, alçaklık ve meydan okuma tarihidir.

Arjantin son yıllara kadar, düşüşteki İngiltere’yle gelişen ABD arasındaki emperyalist mücadelenin tarihsel sahnesiydi. Kartel anlaşmalarına rağmen, ülkedeki petrol, Shell ve Standard Oil arasında bazen şiddete varan anlaşmazlıklara yol açmıştır. Son kırk yıldır birbirini takip eden hükûmet darbeleri, tuhaf bir rastlantılar dizisi oluşturur.

Petrol, Latin Amerika’da yalnızca hükûmet darbelerine yol açmadı. Güney Amerika’nın en yoksul iki halkı Bolivya ve Paraguay arasındaki Chaco Savaşına (1932-1935) da petrol sebep oldu. 

Bolivya toprakaltı, doğal gaz bakımından petrolden de daha zengindir.

Latin Amerika bir sürprizler paketidir. Dünyanın bu ezilen bölgesinde şaşırtıcılık potansiyeli bitmez tükenmezdir. Andlar’da, askerî milliyetçilik, uzun zaman toprak altında kalmış bir ırmak gibi birden şiddetle çıkmıştır ortaya. Sert bir tutumla ve reform politikasıyla ülkeyi yöneten generaller, iktidarı ele geçirmeden kısa süre önce gerillaları ortadan kaldırmışlardı. 1965’de, askerler gerilla bölgelerini napalm yağmuruna tuttuklarında, Lima yakınındaki Las Palmas hava üssünde imal edilen bombaların yapımı için teknik yardımı ve petrolü sağlayan, New Jersey Standard Oil şubesi Intenational Petroleum Co. olmuştu.”  

“Dünya piyasasına katkısı altmışlı yıllarda yarıya indiği hâlde, Venezuella 1970’te hâlâ dünyanın en büyük petrol ihracatçısıdır. Petrol, gaz ve demir rezervleri her Venezüellalının mal varlığını on katına çıkarabilecek düzeydedir. El değmemiş uçsuz bucaksız topraklarında Almanya ya da İngiltere nüfusunun tamamını barındırabilir. Elli yılda petrolden elde edilen gelir, Marshall Planı’yla Avrupa’ya yapılan para yardımının iki katıdır. 

Dünya kapitalizmi bu kadar kısa bir sürede hiçbir ülkeden bu kadar büyük bir kazanç sağlayamamıştır. Rangel’e göre Venezüella’dan akan kâr, İspanyolların Potosi’den, İngilizlerin Hindistan’dan elde ettiği zenginliği geçer.”  

“Buharlı makineler, mekanik dokuma tezgâhı ve dokumacılığın geliştirilmesi, İngiltere’de sanayi devriminin baş döndürücü bir hızla olgunlaşmasını sağlamıştı. Fabrikalar ve bankalar çoğalıyordu. İçten patlamalı motorlar denizciliği geliştirmiş, büyük gemiler dünyanın dört bir yanına doğru yola çıkarak İngiliz endüstrisini dünyaya yaymaya başlamıştı. İngiliz ekonomisi Rio de la Plata’nın derisini, Peru’nun guanosunu ve nitratını, Şili’nin bakırını, Küba’nın şekerini, Brezilya’nın kahvesini pamuklu dokumayla ödüyordu. Endüstri ürünleri ihracatı, navlun bedelleri, sigorta ücretleri, borç faizleri ve yatırım gelirleri 19. yüzyıl boyunca İngiltere’nin hızlı gelişimini sürdürmesini sağladı.”  

“Topraktan ve toprak altından çıkarılan zenginliklerin uzaklardaki güç merkezlerine taşınmasının basamağı olan büyük Latin Amerika limanları, kendi ülkelerine karşı güç aracı olarak birleşmişlerdi. Ulusal gelir, limanlar yoluyla dış ülkelere akıyordu. Limanlar ve sermaye Paris ve Londra’yı taklit ediyor, arkalarında ise geniş çöller uzanıyordu.”  

“Geçtiğimiz yüzyılda Arjantin’de yaşanan iç savaşların temelindeki çelişki, serbest değişim-korumacılık ve liman-kırsal kesim çelişkileriydi.”  

“Arjantin, Brezilya, Şili, Guatemala, Meksika ve Uruguay’da ilk demiryolları İngiliz sermayesiyle yapılmamıştır. Paraguay’da Avrupalı teknisyenlerin de yardımıyla devlet tarafından yaptırılan demiryolları, yenilgiden sonra İngilizlerin eline geçmiştir. Diğer ülkelerdeki demiryolu taşımacılığının kaderi de aynı olmuş, ülkelerin hiçbirine yeni bir yatırım kazandırmamıştır.”  
“18. yüzyılın sonunda, ABD dünyanın ikinci büyük ticaret filosuna sahipti. Gemilerin hepsi Kuzey Amerikan tersanelerinde yapılmıştı; tekstil ve demir endüstrisi de parlak bir gelişme içindeydi. Kısa bir süre sonra makine endüstrisi doğdu. Artık fabrikalarda sermaye malları dışarıdan alınmıyordu.

Tröst sözcüğü ilk kez 1882’de kullanılmıştı. Petrol, çelik, gıda maddeleri, demiryolları ve tütün, dev adımlarla ilerlemekte olan tekellerin elindeydi. 

Geçen yüzyılın sonunda, ABD dünyanın en güçlü endüstrisine sahipti. İç Savaş’tan sonraki otuz yılda fabrikalar üretim kapasitelerini yedi katına çıkarmışlardı. Amerika’daki kömür üretimi İngiltere’dekine eşit düzeye ulaşmış, çelik üretimi ise İngiltere’dekinin iki katına erişmişti. Kapitalist dünyanın merkezi yer değiştirmeye başlamıştı artık.

İkinci Dünya Savaşı’ndan başlayarak, ABD de İngiltere gibi serbest değişimin, serbest ticaretin ve serbest rekabetin savunuculuğunu yapmaya başlayacaktı, ama sadece yabancı tüketiciler için. Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası da, azgelişmiş ülkelerin ulusal endüstrilerini korumalarını ve bu ülke devletlerinin ekonomiyi geliştirmesini önlemek amacıyla, aynı dönemde kuruldu. Özel girişim göklere çıkarıldı. Bununla birlikte, ABD korumacı bir ekonomi politikası gütmeye devam etti. Ülkenin tarihi her zaman göz önünde bulunduruldu; Kuzey’de hastalıkla çaresi hiçbir zaman birbiriyle karıştırılmadı.”  
“Endüstri burjuvazisi, egemen sınıfın en üst katını oluşturur, bu gurup da dışarıdan yönetilir. Kendisine mal edilen bağımsızlık ve yaratıcılık özelliklerinden yoksun olan ulusal burjuvazi emperyalizmin içinde gelişir ve çıkarlarını bu ortamda sağlar. Zenginleşen zanaatkârlar, oligarşinin kapalı salonlarına evlilik yoluyla girebilmek için büyük toprak sahiplerinin kızlarıyla evlenirler ya da aynı amaçla toprak satın alırlar. Ellerindeki sermaye fazlasını endüstriye yatıran toprak sahiplerinin sayısı da az değildir.”  

“Diğer Latin Amerika ülkelerinde olduğu gibi Brezilya’da da Uluslararası Para Fonu önerilerinin uygulamaya konması, yabancı güçlerin ülkeyi ele geçirmelerine yardımcı oldu. 1950’li yılların sonlarından başlayarak, ekonomik durgunluk, paranın istikrarsızlığı, kredilerin azalması ve iç pazarda satın alma gücünün düşmesi, ulusal endüstrinin çökmesinde ve emperyalist şirketlerin eline geçmesinde önemli bir rol oynadı. Çıkarları yüzünden ateşi hastalıkla, enflasyonu yürürlükteki yapılarda krizle harmanlayan Uluslararası Para Fonu, sihirli bir malî denge kurma bahanesiyle Latin Amerika’da dengesizlikleri daha da artıran bir politikanın uygulanmasını zorunlu tutmaktadır. Özel ticaret anlaşmalarını yasaklayarak ticareti serbestleştirmekte, iç kredilerin kısılmasına sebep olmakta, ücretleri dondurmakta ve devlet etkinliklerini engellemektedir. Bu programa, kurumsal olarak paraya gerçek değerini vermeye ve ihracatı artırmaya yönelik devalüasyonlar ekleniyor. Oysa devalüasyonlar, yalnızca sermayenin egemen sınıflar yararına yoğunlaşmasını ve valizlerinde bir avuç dolarla yabancı ülkelerden gelenlerin ulusal şirketleri ele geçirmelerini sağlıyor 

Latin Amerika’nın tüm ülkelerinde, sistem ihtiyacın çok altında üretim yapıyor ve bu yapısal güçsüzlük enflasyona yol açıyor. Ama IMF üretim mekanizmasının arz yetersizliğinin nedenlerine eğileceği yerde sonuçların üzerine giderek iç tüketim pazarının güçsüz kapasitesini daha da daraltıyor. IMF’ye göre açlığın hüküm sürdüğü bu topraklarda enflasyonun nedeni, talep fazlalığıdır. IMF’nin çözüm önerileri dengeleme ve geliştirme sürecinde başarısız olmakla kalmamış, ülkelerin dış güçler tarafından ezilişini artırmış, yığınları daha da yoksullaştırmış, toplumsal gerginlikleri doruk noktasına getirmiş, ticaret özgürlüğü, serbest rekabet ve sermayenin serbest dolaşımının kutsal prensipleri adına ekonomik ve malî dışa bağımlılığı artırmıştır. Gümrük vergileri, kotalar ve sübvansiyonlarla yoğun biçimde korumacılık uygulayan ABD, IMF’den en ufak bir uyarı bile almamıştır. Buna karşılık kuruluş, Latin Amerika konusunda hiçbir esneklik göstermemiştir: Varlık nedeni de zaten budur. Şili’nin 1954’te yaptığı açılıştan sonra, IMF’nin tavsiyeleri yaygınlaşmıştır. Bugün hükûmetlerin çoğu bu önerileri körü körüne izlerler. Uygulanan tedavi, hastanın durumunu iyice ağırlaştırarak borç ve yatırım gibi ilaçların zorla verilmesini kolaylaştırmaktadır. Borçları IMF sağlamakta ya da başkalarının sağlaması için gerekli olan izni vermektedir. ABD’de kurulan ve merkezi ABD’de olan kuruluş aynı zamanda ABD’nin hizmetindedir ve işlevi uluslararası müfettişliktir. Onun onayı olmadan ABD Merkez Bankası ipleri gevşetemez. Dünya Bankası, Uluslararası Kalkınma Örgütü ve diğer uluslararası kuruluşların en önemli kredi şartı, hükûmetlerin IMF’ye verdikleri niyet mektuplarının imzalanması ve uygulanmasıdır. Latin Amerika ülkelerinin hepsinin oyu, dünya malî dengesinin üst yöneticisi olan IMF’nin politikasını yönlendirmede ABD’nin oylarının yarısına bile eşit değildir. IMF, İkinci Dünya Savaşı sonunda dolar uluslararası para olarak rüştünü ve egemenliğini ispat ettiğinde Wall Street’in dünya üzerindeki malî gücünü kurumsallaştırmak amacıyla kurulmuştu. IMF, efendisine hiçbir zaman ihanet etmedi. Rantiye niteliğini koruyan Latin Amerika burjuvazisi, endüstri üzerine dışarıdan gelen saldırılara karşı koymamıştır, ama emperyalist şirketlerin akıl almaz yöntemleri uyguladığı da inkâr edilemez bir gerçektir. IMF’nin bombardımanı savaşın kazanılmasını kolaylaştırmıştır. Borsada ani bir düşüşün ardından birkaç hisse senedi ya da patent, marka, teknik yenilik karşılığında basit bir telefon görüşmesiyle şirketler fethedilmiştir. Borçlar, yerel şirketleri aldıkları dolarlara karşılık daha fazla ulusal para ödemek zorunda bırakan devalüasyonlarla artarak ölümcül bir tuzağa dönüşmüştür. Teknolojik yardıma bağımlılık çok pahalıya mal olmuştur; yabancı şirketlerin sattıkları teknik yardım, hemcinslerini yok etme sanatında büyük bir ustalığı da içermektedir.

Malî ve teknolojik şantajın dışında kullanılan savaş yöntemlerinden biri de, güçlüyle güçsüzün arasındaki hileli ve serbest rekabettir. Çokuluslu tröstlerin şubeleri bir dünya sistemi içinde yer aldıklarından, bir ya da iki yıl, gerektiğinde daha da uzun bir süre boyunca para kaybetmeyi göze alabilirler. Bu nedenle fiyatları düşürür ve peşinde oldukları şirketlerin teslim olmasını beklerler. Bankalar da onlarla işbirliği yapar. Kısa süre sonra, ulusal şirket beyaz teslim bayrağını çeker. Yerel kapitalistler, galiplerin memuru hâline gelir. Bazı durumlarda, eğer şanslıysa, şirketini sattığında karşılığını yabancı şirketin merkez kuruluşunun hisse senedi olarak alır ve hayatını bolluk içinde sürdürür.

Amerikan Devletleri Örgütü bile, Kuzey Amerikan firmaları şubelerinin malî imkânlarının, ‘ulusal şirketlerin nakit darlığı çektiği dönemlerde, bazılarının yabancılar tarafından satın alınmasını kolaylaştırdığını’ kabul etmektedir.”  

“Yurtdışında şubeleri olan birçok Kuzey Amerikan bankası, başlıca amaçlarının, kurulu oldukları ülkelerin tasarruflarını merkez şubelerinin müşterisi olan çokuluslu şirketlere kanalize etmek olduğunu utanmadan açıklamaktadır.”  

“Emperyalizm egemenlik kurduğu ülkelerden sermaye ithal etmektedir. Borç ödemesi adı altında yurtdışına çıkarılan fonların büyük bir kısmı, aslında yatırımlardan sağlanan kârdır ve verilen rakamlar teknik yardım ve patent masraflarını içermez, ‘eksiklik ve yanlışlıklar’ başlığı altında yapılan görünmez transferleri hesaba katmaz. Şirketlerin maliyetleri abartarak göstermeleri sonucunda sağladıkları kâr da göz önüne alınmaz.

Şirketler yatırımlar konusunda da aynı geniş hayal gücünden yararlanırlar. Gelişmiş ekonomilerde teknolojik gelişme sabit sermayenin yenilenme süresini giderek kısalttığından, Latin Amerika’ya gönderilen makinelerin büyük çoğunluğu zaten üretildikleri ülkede kullanım dönemlerini tamamlamış durumdadırlar. Bu makinelerin amortismanı kısmen ya da tamamen gerçekleşmiştir. Yabancı yatırımlarda bu ayrıntı göz ardı edilir, oysa önceki kullanım hesaba katıldığında, makinelerin değeri büyük ölçüde azalır.”  

“ABD’nin ödemeler dengesi açığı bir yandan Kuzey Amerikan gelişmesini tehdit ederken, diğer yandan da gelişmeyi mümkün kılar: ABD, tekellerinin dolarları tehlikeye girdiğinde kurtarıcı olarak deniz piyadelerini gönderir. İşlerini yoluna sokmak, hammadde ve pazarları garanti altına almak için de teknokrat ve borç gönderir. 
Günümüz kapitalizminde özel tekellerle devlet örgütü tam bir uyum içindedir. Çokuluslu şirketler sermaye birikimi artırımı ve yoğunlaştırılmasında, teknolojik devrimi ilerletmede, ekonomiyi askerîleştirmede ve çeşitli yollarla kapitalist dünyanın Kuzey Amerikalılaştırılmasında doğrudan devleti kullanır. Eximbank (İhracat ve İthalat Bankası), AID (Uluslararası Kalkınma Örgütü) ve diğer kuruluşlar, işlevlerini bu bağlamda yerine getirirler. Sözümona uluslararası nitelikte olan, tamamen ABD’nin egemenliğindeki birçok kuruluşun da işleyişi farklı değildir. Bunlar arasında, Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası ve Amerikan Kalkınma Bankası vardır. Bu kuruluşlar ülkelerin merkez bankalarıyla önemli bakanlıklarının içine girerek gizli ekonomik ve malî belgeleri ele geçirirler, yasaları değiştirirler, devletin aldığı önlemleri onaylar ya da reddederler.
Uluslararası Kalkınma Ajansı (AID) … kredilerinin üçte birinin hemen, üçte ikisininse IMF onayından sonra verilmesi boşuna değildir. IMF’nin yönlendirmeleri genellikle toplumsal çalkantılara yol açar. IMF’nin ulusal bağımsızlığı tehlikeye düşürmediği durumlarda da, AID belirli yasaların ve kararların onaylanmasını zorunlu kılar. AID İlerleme İçin İttifak fonlarının yönlendirilmesinde de belirleyici bir rol oynar. En tehlikeli şartlar genellikle anlaşma metinlerinde yer almaz, gizli tutulan ek maddelerde belirtilir. Uruguay Parlamentosu, hükûmetin Mart 1968’de, ABD’den un ve mısır alabilmesi için pirinç ihracatını kısıtlamayı kabul ettiğini asla öğrenmemiştir. 
Borçlar her ülkede işlerin genel havasını değerlendirmede termometre kadar duyarlı belirtiler ortaya koyarlar. Ayrıca, milyonerlerin korkulu rüyası olan devrim bulutlarını da dağıtırlar. 
Fidel Castro, Küba devriminin ilk yıllarında Batista’nın diktatörlüğü döneminde erimiş olan döviz rezervlerini yenileyebilmek için Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu’na başvurduğunda, bu iki kuruluş kendisine önce bir istikrar programı kabul etmesi gerektiğini bildirdiler. Bütün ülkelerde olduğu gibi, istikrar programı devletin parçalanması ve yapısal reformların felce uğratılması anlamına geliyordu. Dünya Bankası ve IMF sıkı bir bağlantı içinde, aynı amaç doğrultusunda çalışırlar; ikisi de aynı tarihte Bretton Woods’da kurulmuşlardır. Dünya Bankası oylarının dörtte biri ABD’nin elindedir. Yirmi iki Latin Amerika ülkesinin oyları, toplamın onda birinden azdır. Dünya Bankası, ABD’yi, gök gürültüsünün şimşeği izlediği gibi izler. 
Dünya Bankası’nın verdiği borçlar çoğunlukla ‘özel girişimin gelişmesinde başlıca şart’ olan elektrik enerjisi kaynaklarının geliştirilmesine, yol ve diğer ulaşım ağlarının yapımına ayrılmıştır. Aslında bu altyapı çalışmaları, hammaddelerin limanlara ve dünya pazarlarına ulaşmasını kolaylaştırır ve yoksul ülkelerde zaten yabancıların elinde olan endüstrinin gelişmesine yardımcı olur. Dünya Bankası’nın yaklaşımına göre, ‘endüstri mümkün olduğu ölçüde özel girişime bırakılmalıdır. Bu, bankanın devlete ait endüstri şirketlerine kesinlikle borç vermediği anlamına gelmez. Ancak, bu tür borçlar yalnızca özel sermayenin girişemediği alanlarda, devletin işlemlerde yeterince verimli olabileceğine inanıldığı zaman ve devletin özel girişimi kısıtlayıcı hiçbir etkisi olmadığı kesin olduğunda verilir.’ Borçlarda bir diğer şart, IMF istikrar programlarının uygulanması ve dış borçların zamanında ödenmesidir. Borçlar, şirket kârlarının denetlenmesi politikasını kabul etmez, ‘bu politika öylesine kısıtlayıcıdır ki, kârlar açık bir temele oturtularak hesaplanamaz, gelişmeyi durdurur.’ Dünya Bankası 1968’den sonra borçlarında doğum kontrolü, eğitim planları, tarım ve turizm sektörlerine ağırlık vermiştir.
Diğer uluslararası finans kuruluşları gibi Dünya Bankası da belirli güçlerin yararına çalışır. Bankanın yöneticileri, 1946’dan beri ABD’nin önemli işadamları olagelmiştir. Dünya Bankası’nı 1949 yılından 1962 yılına dek yöneten Eugene R. Black, daha sonra birçok büyük özel şirketin de yöneticiliğini yapmıştır. Bunlardan biri olan Electric Bond and Share, dünyanın en güçlü elektrik tekelidir.”  
“Dört buçuk yüzyıldır yaşanan deneyimler de açıkça göstermektedir ki, geri kalmışlık ve cehalet çöllerine modernleşme vahalarının yerleştirilmesi azgelişmişliğin hiçbir sorununa çözüm getirmemektedir.”  
“ABD, kendisine bambaşka bir gelecek yaratmıştır. Bağımsızlıktan sonra geçen yedi yıl içinde on üç koloni, yüzölçümlerini iki katına çıkarmışlardı. Dört yıl sonra ortak bir Pazar kurarak birlik sağladılar. ABD, 1803’te Louisiana’yı Fransa’dan gülünç bir fiyata satın alarak topraklarını iki katına çıkardı. Daha sonra Florida satın alındı. Yüzyılın yarısına gelmeden Meksika topraklarının yarısına el kondu. Bunu Alaska’nın satın alınışı, Hawaii Adaları’nın, Porto Riko ve Filipinler’in gaspı izledi. Koloniler ulusa, ulus imparatorluğa dönüştü. Bütün bu süre içinde, kurucular döneminden beri açıkça belirlenen amaçlar gerçekleştirildi. Amerika’nın kuzeyi sınırlarını genişletip içeriye yönelik gelişirken, dışarıya dönük olan güney, küçük parçalara bölünmekteydi.”  
“Latin Amerika’nın geri kalmışlığı, yabancı gelişmenin bir sonucudur.”  
“Çokuluslu şirketler bir diktatörlük kurmuşlar. Sweezy, bu şirketlerin çok sayıda ülkede etkinlikte bulundukları için çokuluslu olduklarını, ama mülkiyet ve denetimleri açısından ulusal nitelikte olduklarını belirtiyor.”  
“Emreden borcu verendir. Borcu ödeyebilmek için ihracatı sürekli olarak artırmak gerekir. Ayrıca ithalatı karşılayabilmek ve yabancı şirketlerin kâr olarak dışarıya çıkardıkları dövizi yerine koyabilmek için de ihracatın artması gerekir. Satın alma gücü azalan ihracatın artışı, ücretlerin gülünç düzeyde tutulması demektir. Dışarıya dönük bir ekonominin başarı sırrı olan yığınların yoksulluğu, iç tüketim pazarının gelişmesini engellediğinden uyumlu bir ekonomik gelişme sağlanamaz.”  
“İşgücünün ilkel sömürüsü, ileri teknolojiye aykırı değildir.”  
“Latin Amerika’daki askerî darbeler bir vurgunun aşamaları değil de nedir? Yeni diktatörlükler kurulur kurulmaz, yabancı şirketleri ucuz ve bol işgücünü, sınırsız krediyi, malî muafiyetleri ve doğal kaynakları sömürmeye davet ediyorlar.”  
“Maria Carolina de Jesus ‘Açlık insan vücudunun dinamitidir.’ der.
İyimser istatistikler aldatıcıdır. Tersine işleyen sistemlerde, ekonomi geliştikçe sosyal adaletsizlik de gelişir. Brezilya ‘mucize’sinin en ünlü on yılında, ülkenin en zengin kentinin kenar mahallelerinde bebek ölümleri oranı arttı. Ekvator’da petrolün sağladığı hızlı büyüme ülkeye renkli televizyonu getirdi, ama okul ve hastane yaptıramadı.
Kırsal kesimlerin kovduğu işçi orduları, büyük kentlerin kıyısında, sistemin şehirli ‘artık’ gençlere sunduğu kaderi paylaşırlar. Üretim sistemi, bu bölgelerde giderek büyüyen işgücüne istihdam imkânı sağlamak konusunda yeterli olamamıştır.”  
“Mahkûm edilmiş bir çoğunluğun başkaldırısı nasıl bastırılır? Bu başkaldırılar nasıl önlenir? Sistem onlar için bir şey yapmadığı sürece bu çoğunluğun sayısının artması nasıl engellenir? Sadaka dışında tek çare polis örgütüdür.
(Latin Amerika’da) burjuvaziler bağımsız bir ekonomik gelişmeyi gerçekleştiremediler, ulusal bir endüstri yaratma girişimleri kısa sürdü ve başarısızlığa uğradı. (Güç sahipleri) dev bir korku mekanizması kurmayı başardılar ve insanların ve düşüncelerin yok edilmesi tekniklerinde mükemmele ulaştılar.”  
“Bu şartlar altında halk iç düşman kabul edildi.
Şili’de insan avı otuz bin cana mal oldu. Arjantin’de ise, kurşuna dizmek yerine kaçırma yöntemi (kullanıldı). Kurbanlar birden ortadan yok oluyorlar. Görevi, görünmeyen gece orduları yükleniyor; ortalıkta ne ceset, ne de sorumlu oluyor. Böylece, asla resmî olmayan katliam tamamen cezasız kalıyor ve toplu korku azami düzeyde yayılıyor. Kimse kimseye hesap vermiyor, kimse kimseye açıklama yapmıyor. Her suç, suçlunun yakınları için korkulu bir belirsizlik, diğer herkes için de bir uyarı oluyor. Devlet terörü, halkı korkudan felce uğratmayı amaçlıyor. “  
“Latin Amerika toprakları, kapitalizmin vahşi çocukluk dönemine değil, kanlı yaşlılık dönemine tanık olmakta. Azgelişmişlik, gelişmenin bir aşaması değil, bir sonucudur. Latin Amerika’nın azgelişmişliği başka ülkelerin gelişmesinden kaynaklanmıştır ve bu ülkelerin gelişmesinin devamını sağlamaktadır. Uluslararası kölelik işlevi yüzünden güçsüz, doğuştan can çekişen sistem koftur. Kendini kader sanır ve sonsuzlukla özdeşleşmeye çalışır. Değişik olduklarından bütün bellekler bozguncudur, geleceğe yönelik projeler de öyle. Sistem, modelini, karıncaların değişmez toplumunda arar. Bu yüzden de sürekli değişim hâlinde olan insanların tarihiyle bağdaşmaz. Ayrıca, insanların tarihinde her yıkıcı hareket, karşılığını er ya da geç yaratıcı bir harekette bulur.”  12.02.2016
 
 
Ekrem YAMAN
Sinop Vali Yardımcısı
Web: www.ekremyaman.com.tr
E-posta: [email protected]