Kadınlara ve çocuklara yönelik şiddet haberlerinin basında sıkça yer almasıyla birlikte, hükümet çeşitli yasal düzenlemeler ve polisiye tedbirlerle bu sorunu çözmeye çalışmaktadır. Ancak bu önlemler, şiddetin yalnızca görünen yüzüne odaklanmakta, sorunun temelinde yatan toplumsal ve kültürel dinamikleri yeterince ele almamaktadır. Peki, gerçekten şiddeti önleyebilmek için ne yapmalıyız?

Kanımca, bu konunun detaylı ve derinlemesine incelenip, soruna neden olan unsurların tespit edilerek çözümle ilgili adımlar atılması gerekmektedir. Öncelikle, temel sorunumuzun çocuklar ve kadınlara yönelik şiddet özelinde olmayıp, ‘şiddete eğilimli bir toplum’ oluşumuzdadır. Şiddet yalnızca fiziksel saldırılarla sınırlı değildir; trafikte yol verme kavgasında, iş yerindeki baskıcı yönetim anlayışında, okulda öğretmen baskısında, çocuklarda akran zorbalığında, sosyal medyadaki linç kültüründe ve hatta günlük iletişimde kullanılan küçümseyici dilde de karşımıza çıkar. Bütün bunlar, aslında şiddetin toplumun her hücresine nüfuz ettiğinin göstergesidir.

Gerekli incelemeleri yapıp gerçekçi uygulamalara geçmezsek görülen o ki, toplumsal kodlarımızı da sarsan, geleneksel aile yapılarımızı zedeleyen; memnuniyetsizliğin, mutsuzluğun yaygınlaşacağı; huzurun ve sükûnetin ortadan kalktığı, içinden çıkılamaz bir yapı ile karşı karşıya kalacağız.

Tanzimat’tan itibaren başlayan batılılaşma ve modernleşme süreci, toplumsal yapıda köklü değişimlere yol açmıştır. Geleneksel otorite yapılarının zayıflaması, bireysel özgürlüklerin artmasıyla birlikte, yeni çatışma alanları ortaya çıkmıştır. Bu süreç; sanattan siyasete, tarımdan sanayiye, örf ve adetlerden bireysel davranışlara ve toplumsal tepkilere kadar birçok unsuru sebep ve sonuçları itibarı ile etkilemiştir.

Özellikle son yıllarda, dijital dönüşüm ve küreselleşme ile birlikte bireyler, geçmişe kıyasla çok daha fazla dış etkiye maruz kalmakta, ortaya çıkan politik ve ideolojik farklılıkların da etkisiyle bu hızlı değişime ayak uydurmakta zorlanmaktadır. Bu da, toplumsal uyumsuzlukları ve şiddet eğilimlerini körükleyebilmektedir.

Yapılan araştırmalar, ekonomik sıkıntılar ve gelir adaletsizliğinin, bireylerde stres ve öfke birikimini artırarak şiddet eğilimlerine zemin hazırladığını göstermektedir. İşsizlik oranlarının yüksek olduğu bölgelerde, aile içi şiddet vakalarının da arttığı gözlemlenmektedir. Ancak, yalnızca maddi sıkıntılar değil, bireylerin kendilerini yetersiz ve başarısız hissetmelerine yol açan toplumsal kıyaslama mekanizmaları da şiddet eğilimini tetiklemektedir.

Aile içi şiddet ve çocuklukta yaşanan travmalar, bireylerde ve yeni nesillerde zihinsel ve davranışsal bozukluklara sebep olmaktadır. Ataerkil aile yapılarında, geçmişten gelen kültürel kodlar ve otokontrol sisteminin etkisiyle bireyler arası ilişkiler genellikle daha az yıkıcı olmaktaydı. Toplumu denetleyen, herkesin titizlikle riayet ettiği yazılı olmayan kurallar vardı. Ayrıca koruyucu, önleyici ve denetleyici mahalle kültürü vardı. Geçmişte ailenin maddi ihtiyaçlarını üstlenen ağırlıklı olarak erkekken, artık kadınların da iş hayatında daha fazla yer almaya başlaması aile içi ilişkilerde yeni bir bakışın oluşmasını zorunlu hale getirmiştir. Yeni evlilikler teşvik edilirken, gençlerin evlilikten ve eşten beklentileri konusunda gerekli yönlendirmeler yapılmalı, eşler arasındaki kültürel, sosyal, ekonomik ve sınıfsal farklılıkların ciddi sorunlara yol açabileceği de göz önünde bulundurulmalıdır.

Şiddete meyilli bireyler ve aileler için zorunlu terapi ve danışmanlık programları oluşturulmalı, bu programlar yalnızca cezai süreçlerin bir parçası olarak değil, önleyici bir yöntem olarak uygulanmalıdır.

Medyada yayınlanan şiddeti özendirici ve normalleştirici içerikler, özellikle çocuklar başta olmak üzere tüm bireyler açısından uzmanlar tarafından dikkatle incelenmeli ve hassasiyetle takip edilmelidir. Haber programlarında, “Biz sadece var olan, gerçekleşen olayların yansıtıcısıyız.” gibi masum gerekçelere sığınarak çok özel olayların tekrar tekrar ekrana taşınmasının gerçek nedenini anlamak güçtür. Üstelik bu tür yayınların, bireylerin psikolojisini olumsuz etkilediği de açık bir gerçektir.

Film ve dizi senaryolarında şiddet unsurlarının ön plana çıkarılması, toplumsal değerleri zedeleyerek bireylerde aidiyet duygusunu zayıflatan ve olumsuz davranışları pekiştiren bir kültürün yayılmasına neden olmaktadır. Benzer şekilde, dijital platformlarda yayınlanan oyun ve eğlence içeriklerinde şiddet ve yok etme kavramları merkeze alınırken, izleyici ve oyuncuların bundan haz alacakları ve mutlu olacakları kurgusal unsurlar bilinçli bir şekilde yerleştirilmektedir.

Oysaki güzel, yapıcı, iyilikleri artırıcı, bozuklukları onarıcı programlar, belgeseller, haberler ve filmler üretmek mümkündür. Çocuklar ve gençler için, onların temel değerlerinden kopmadan, aynı zamanda eğlenerek zekâlarını geliştirecek, sanatsal veya sportif yeteneklerini ortaya çıkaracak içerikler hazırlanabilir. Bu tür yapımlar, bireyleri desteğe ve yardıma ihtiyaç duymayan, aksine kendisi değer üreten bir nesil olmaya teşvik edebilir. Üretilen içeriklerin ve oyunların, zekâyı geliştirici, farkındalığı artırıcı, yardımlaşmayı yaygınlaştırıcı ve sorgulamayı normalleştirici nitelikte olması gerekmektedir.

Televizyon ve dijital platformlarda şiddeti teşvik eden içeriklerin denetlenmesi için bağımsız ve alanlarında nitelikli uzmanlardan oluşan bir kurul oluşturulmalı, reyting uğruna şiddeti estetize eden yapımlar yerine, etik ve bilinçli yayıncılık teşvik edilmelidir.

Eğer bu sorunlar görmezden gelinirse, psikolojik travmalar yaşayan, fiziki ve ruhsal eksiklikleri olan, özgüvensiz ve şiddete meyilli bireylerin oluşturduğu, güvensiz ve sosyal dokusu zedelenmiş bir toplum kaçınılmaz hale gelecektir.

Bu nedenle, şiddet karşıtı eğitimlerin okullarda, aile içinde, akran grupları arasında ve toplum genelinde yaygınlaştırılması büyük önem taşımaktadır. Milli Eğitim Bakanlığı, okullar ve hayat boyu öğrenme kurumları aracılığıyla eğitim politikalarını bu doğrultuda düzenleyebilir. Kültür ve Turizm Bakanlığı, tiyatrolar, yayınlar ve sanat merkezleriyle kültürel politikalar geliştirebilir. Televizyonlar, radyolar, gazeteler ve dijital mecralar, bilinçli içerik üretimi konusunda sorumluluk almalıdır. Gençlik ve Spor Bakanlığı, gençlik merkezleri ve spor akademileriyle şiddetsiz bir gelecek için vizyon oluşturabilir. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, aile kimliğinin muhafazası için yoksul, kimsesiz ve ihtiyaç sahibi bireylere maddi ve manevi destek sağlayabilir. Diyanet İşleri Başkanlığı, doğru din ve inanç sistemini koruyarak inanç istismarına ve art niyetli yaklaşımlara karşı toplumu bilinçlendirebilir. Belediyeler, yerel imkânları kullanarak kültür ve spor merkezleriyle, eğitim destek programlarıyla bireysel ve toplumsal erozyona karşı mücadele edebilir.

Özellikle okullarda, yalnızca teorik değil, gerçek hayattan örnekler içeren drama çalışmaları ve pratik atölyelerle şiddet karşıtı eğitimler verilerek öğrencilerin empati becerileri geliştirilmeli, çatışma yönetimi ve sorun çözme yöntemleri öğretilmelidir.”

İlgili kurumların, doğru politikaları ve gerçekçi analizleri sonucunda uygulayacakları programlarla yalnızca şiddetten uzak bir toplum değil, ideal birey ve ideal toplum yolunda da önemli sonuçlar elde edilmiş olur.

Son olarak, şiddeti normalleştiren veya meşrulaştıran faktörlerin ortadan kaldırılması için kültürel ve toplumsal normların gözden geçirilmesi gereklidir. Şiddet eğilimi taşıyan bireyler ve aileler için psikolojik destek ve danışmanlık hizmetlerinin sağlanması büyük önem arz etmektedir. Toplumsal mutabakat sağlanan konularda yasal düzenlemeler yapılmalı, istisnai ve aksayan alanlarda ise caydırıcı yaptırımlar ve cezai müeyyideler uygulanmalıdır.

Mehmet Düğmeci Mart 2025