Gün içerisinde otomobillerin nadiren geçtiği, ancak at arabası, traktör, el arabasıyla sokak satıcılarının, hurdacıların ve çerçilerin hiç eksik olmadığı toprak yol, Hakan Sokak’tı. Ali’nin teyzesi, eşi ve iki çocuğuyla birlikte bu sokaktaki 3 numaralı müstakil, bahçeli bir evde oturuyordu.

             Bahçeli ev dediysek, üç yüz-beş yüz metrekarelik, onlarca ağacın bulunduğu, çiçek ve sebzelerin yetiştirildiği, barbeküsü olan, duvarlarla çevrili bahçenin içinde diğer müştemilatı ile birlikte, üç oda ve salondan oluşan, önünde verandası ile bir ev değildi. Ölçsen tüm alanı yüz metrekareyi bile bulmazdı. Birbirine geçmeli iki göz oda, mutfak vazifesi de gören bir ayakkabılık, sonradan eklenmiş tuvalet ve banyonun bir arada bulunduğu iki metrekarelik bir bölümden ibaretti ev.

             Yoldan eski tahta ve tellerle ayrılmış bahçeye geçebilmek için bırakılmış boşluktan rampa aşağı koşmadan inmek pek mümkün değildi. Bahçede, evin hemen sağ tarafında üç metrekarelik, insan boyu yüksekliğinde bir kömürlük ve bitişiğinde aynı büyüklükte, önceden tuvalet olarak kullanılmış, o günlerde ise sekiz-on tavuğa ev sahipliği yapan bir yapı bulunuyordu. Kenarlara sığınmış gibi varlıklarını sürdüren birkaç çelimsiz vişne ve erik ağacı dışında, bahçenin neredeyse tamamını kaplayan büyük bir dut ağacı vardı. Havaların iyi olduğu günlerde, bu ağacın altı ailenin oturma alanı, küçük çocukların ise oyun alanı olurdu.

             Yere serilmiş el dokuması eski bir halı, yaz boyu ağacın altında serili kalır, hatta bazen yağmurda bile unutulur, kaldırılmazdı. Evin hanımı, köyden kalma alışkanlıkları ve becerisi sayesinde bahçenin kenarlarında bulduğu boş alanlara tere, marul ve soğan ekerdi. İçinden sık sık “Ah, şöyle biraz büyük bir bahçemiz olsa, neler yetiştirmezdim ki…” diye geçirirdi.

Ali, ailesiyle birlikte sık sık teyzesine misafirliğe giderdi. Annesi, teyzesiyle uzun uzun sohbet ederken, Ali’nin kardeşi Ayşe, teyzesinin kızı Fatma ve onun küçük kardeşi Elif’le oynardı.

On üç yaşlarında, Ali’den birkaç yaş büyük olan kuzenleri Cafer ise sürekli yolda arkadaşlarıyla vakit geçirirdi. Eve kim gelmiş, kim gitmiş umurunda olmaz, hatta acıktığını ya da susadığını bile hatırlamazdı. Cafer, arkadaş canlısı bir çocuktu; onlar için her türlü fedakârlığa katlanır, evde ne varsa onlarla paylaşırdı. Babasının aldığı meyveleri oturup evde yemek yerine, üç beş tane kaptığı gibi dışarı fırlardı. Sokakta teyzelerin ya da amcaların elinde ağır bir şey görse taşımak için yardıma koşar, arkadaşlarının bir işi varsa onlara eşlik ederdi.

Cuma günü karneler alınmış, Ali ortaokuldaki ilk yılını teşekkür belgesiyle tamamlamıştı. Ayşe de üçüncü sınıfı iyi bir dereceyle geçmişti.

Akşam olduğunda, babaları Halil bir elinde çeşit çeşit meyvelerle dolu bir file, diğerinde ise hikâye kitapları, oyuncaklar ve yapbozlarla dolu büyükçe bir çantayla eve girdi. Ellerindeki file ve çantanın oluşturduğu izlerden, kıpkırmızı olmuş yüzünden yorgunluğu açıkça belli oluyordu. Ali ile Ayşe hemen koşup babalarının elindekileri almaya yeltendi. Ancak Halil, “Durun çocuklar, çok ağır,” diyerek onları durdurdu. Girişteki masanın üzerine içinde çocukların hediyelerinin olduğu çantayı bırakırken, meyve filesini elinden alan annenin yüzüne hem ağırlığın verdiği yük hem de çeşit çeşit meyvelerin getirdiği mutluluk yansımıştı.

Halil, üzerini bile değiştirmeden biraz dinlenebilmek için masanın yanındaki somyaya oturdu. Ali ile Ayşe ise karnelerini ellerine alıp babalarının karşısında mutluluktan zıp zıp zıplıyorlardı. Halil, gülümseyerek kalktı, çocuklarına sarıldı ve ikisini de somyaya, iki yanına oturtarak kollarını onlara doladı. “Sizinle gurur duyuyorum yavrularım,” dedi. “Bu yaz köyümüze gitmenin yanında yeni bir şehir tanıyacak ve ilk defa denizi göreceğiniz Antalya’ya da gideceğiz. Bir hafta kalacağımız misafirhane, sahile çok yakınmış.”

Çocuklar sevinçle çığlık attılar: “Heyyy! Denizden çıkmayız ki biz!”

Hediyelerini çantadan tek tek çıkarıp masanın üzerine dizerlerken, anneleri odanın ortasına yemek sofrasını sermişti.

 “Hadi çocuklar, Halil, yemek hazır. Ellerinizi yıkayın da gelin,” dedi anne Hatice.

Sofranın ortasında kocaman bir tastaki sıcak tarhana çorbası, kokusuyla bile doyurucuydu. Ardından gelen etli bulgur pilavı, kaşığa bile gerek kalmadan yufka ekmeğine sarılarak kapış kapış yeniyordu. Üstüne içilen birer tas ayranla herkes doydu.

Yemekten sonra çocuklar kitapları karıştırıp biraz oyuncaklarla oynadı. Sonrasında, çeşit çeşit meyvelerin olduğu bir tepsi ortaya geldi. Gün, her zamanki gibi çok geç olmadan sona erdi ve bütün aile yataklarındaydı.

Ertesi gün, Ali ve Ayşe anneleriyle birlikte öğleye doğru teyzesine gittiler. Önceden sözleştikleri gibi çocuklar oynayacak, iki kız kardeş ise hasret giderecekti. Akşamüstü bahçeye kuracakları ocağın üzerindeki sacda, ayrı ayrı hazırladıkları peynirli, patatesli ve kıymalı içlerle gözleme yapacaklardı. Babaların da işten gelmesiyle, gözlemeler ayran ve çay eşliğinde yenerek muhabbetle birlik ve beraberlik pekiştirilecekti.

Her gittiklerinde, Cafer her ne kadar onları ilgisiz karşılasa da genellikle yolda oynarken görürlerdi. Ancak bu kez, Ali etrafa dikkatlice bakmasına rağmen Cafer’i göremedi. Bahçeye indiklerinde, kızlar dut ağacının altında beş taş oynuyor, Cafer ise evin kömürlük duvarının önündeki bir kütüğün üzerine oturmuş, sessizce duruyordu.

Kızlar önce teyzelerine doğru koşup sarıldılar. Ardından Elif fırlayıp, “Anne, teyzemler geldi!” diye seslenerek eve girdi.

Zeynep, evden hızla çıkıp önce ablası Hatice’ye sarıldı. Sonra yeğenleri Ali ve Ayşe’yi kucaklayıp öptü. Ancak hâlâ duvarın dibinde sessiz ve ilgisiz oturan Cafer’i görünce ona seslendi: “Oğlum, bak teyzen ve kuzenlerin gelmiş. Sen niye gelmiyorsun?”

Cafer’den yine ses çıkmadı. Zeynep, ablasına dönerek içini dökmeye başladı: “Abla, dün yine karnesi zayıflarla dolu geldi. Babası akşam iyice hırpaladı. ‘İkmalde de veremezsen okuldan alıp tamirciye işe vereceğim’ diye yemin etti. Haklı adam, ne laf dinliyor ne söz… Okuldan gelir gelmez çantasını bir kenara atıyor, ekmek arası bir şeyler yiyip babası gelene kadar sokakta oyuna dalıyor.”

Zeynep, bunları söylerken sesi kısık, yüzü ise üzüntü ve çaresizlikle gölgelenmişti. Bu arada Ayşe, çoktan kızların oyununa katılmıştı bile.

Ali, Cafer’den küçük olsa da onu teselli edip çalışması gerektiğini anlatmanın kendi sorumluluğunda olduğunu hissetti. Sessizce Cafer’in yanına gitti. Önce selam verip tokalaşmak istedi, ancak Cafer hiç tepki vermedi. Ali, yanına oturup ellerini Cafer’in omzuna attı ve bir süre sessizce oturdu. Ardından yavaşça sordu:

 “Biraz dolaşalım mı, Cafer?”

Cafer yine sessizdi. Fakat bir süre sonra ayağa kalktı, Ali’nin yüzüne kısa bir “Gel” der gibi baktıktan sonra yürümeye başladı. Ali de hemen peşine takılıp bahçeden çıktılar.

Mahalle yine cıvıl cıvıldı. Yaş ve arkadaş gruplarına göre misket, ilik oynayan çocuklar mı ararsın, yoksa yakalamaca, zır zır zımba, uzuneşek ya da saklambaç mı? Hepsi aynı anda sokakta oynuyordu. Hemen aşağıdaki boş tarlada ise top oynayan bir grup vardı.

Aslında Cafer’in de bu gruplardan birinin içinde olması işten bile değildi. Ancak anlaşılan babası onu gerçekten çok korkutmuştu. Çünkü yanlarından geçtikleri oyun oynayan arkadaşlarının davetkâr bakışlarına, hatta “Hadi gel Cafer, eksik adam var!” şeklindeki çağrılarına kulak asmadan oradan uzaklaştılar.

Kol kola girip Şehitlik Parkı’na kadar yürüdüler ve oradaki banklardan birine oturdular. İleride ne olmak istediklerinden, ailelerinin onlardan beklentilerinden, hatta ülke ve tüm insanlık için faydalı bireyler olabileceklerinden bahsettiler. Başkalarının, devletin desteğine ihtiyaç duymak yerine, nasıl katkı sağlayabilecek bireyler olarak yetişebileceklerini konuştular.

Okuldaki öğretmenlerden ve arkadaşlarından birçok güzel, esprili hatıralar anlatıp birlikte güldüler. Özellikle bazı öğretmenlerin, öğrencilerinin başarılı olması için gösterdiği gayret; onların ailevi, psikolojik ve hatta maddi sorunlarıyla bile ilgilenmesi, gerçekten takdire şayan bir durumdu. Bu, aynı zamanda karşılıksız bırakılmaması ve boşa çıkarılmaması gereken büyük bir erdemdi.

Bazı öğrenciler sadece kendi dersleriyle ilgilenmekle kalmaz, çalışmak isteyen arkadaşlarına da destek olurlardı. Boş zamanlarını ise kitap okumak, yarışmalara katılmak ve akıl–zekâ oyunlarıyla değerlendirmek gibi faydalı uğraşlarla geçirirlerdi.

Aslında sorun çok basit bir şekilde çözülebilirdi. En başta, Cafer’in gelecekle ilgili bir planı var mıydı? Eğer iyi bir insan ve faydalı bir birey olmak istiyorsa, öğretmenleri, arkadaşları ve ailesi ona destek olmaya hazırdı.

Bütün bunları ve daha fazlasını konuşurken neredeyse iki saat geçmişti. Cafer, sanki biraz ferahlamıştı. Hedefini belirledikten sonra, geleceği için en doğru olanın öncelikle çalışmak ve düzenli olmak gerektiği konusunda kafası netleşmişti.

Peki, bunu nasıl yapacaktı? Alışkanlıklarını nasıl değiştirecekti? Arkadaşlarına ne diyecekti?

Oturdukları banktan kalkıp parkın içinde biraz yürüdükten sonra aşağı doğru inmeye başladılar. Kendi sokaklarına vardıklarında, evlerinin ters istikametine doğru konuşa konuşa yürümeye devam ettiler. Yolun sağında ve solunda, yamaçlar da dâhil olmak üzere boydan boya bahçeli gecekondular sıralanmıştı. Hatta karşı tepede de birçok ev görünüyordu.

Sohbet öyle koyuydu ki yolun bittiğini bile fark edemediler. Tam “Kocaman bir tepe yolumuzu kesti,” diyeceklerdi ki bir tünelin önüne geldiler. Ali, resimlerde gördüğü tren tünellerinin girişine benzeyen bu devasa deliği görünce çok şaşırdı. Çünkü o güne kadar evlerine bu kadar yakın olmasına rağmen böyle bir yerin varlığından habersizdi. Üstelik toprak bir yoldan sonra başlayan bu tünelin ne rayları vardı ne de bir tren hattını çağrıştıran bir altyapısı…

Şaşkınlık içinde Ali sordu: “Burası nedir? İlk defa görüyorum.”

Cafer cevap verdi: “Biz, Şafaktepe Tüneli, olarak biliyoruz. Eskiden tren tüneli olarak yapılmış ama sonra güzergâh aşağı tarafa taşınmış. Bir dönem arabaların da geçtiği söyleniyor. Çok güzel, tarihi kemerli taş duvarları var. Fevkalade geniş ve yaklaşık iki yüz metre uzunluğunda. Bak, öbür taraf görünmüyor, zifiri karanlık. Biz arkadaşlarla bazen gelir, içeri gireriz. Ama öbür tarafa kadar gidip gelmek cesaret ister.”

Gerçekten de tepenin öbür tarafına geçebilmek için ya aşağıya kadar inip dolaşmak ya da tepeyi aşmak gerekiyordu. Peki, içeride neler vardı? Ne ile karşılaşabilirlerdi? Ya bir nesneye çarparlarsa? Ya beklenmedik bir şey olursa? Üstelik yanlarında ışık da yoktu, el feneri de…

 “Hadi gel, kol kola girip tüneli geçip geri dönelim,” dedi Cafer.

Kuzenler, kol kola girip korkularını yenebilmek için bağıra çağıra tünelde yürümeye başladılar. Büyüklüğü, sesin yankılanması, serinliği ve karanlıkta hiçbir şey görememenin ürkütücülüğü; arada bir ayaklarına takılan nesnelerle birlikte bağırtılar, yerini Kur’an’dan sureler okumaya bıraktı. Kalp atışları hızlandı, korku dayanılmaz bir hal almaya başladı. Nihayet, ışık göründü; ışık büyüdü, büyüdü ve sonunda tünelin öbür tarafından çıktılar. Aynı şekilde geri döndüklerinde, her şeyi unuttukları müthiş bir deneyim yaşamışlardı.

Eve döndüklerinde, neredeyse babaları da gelmek üzereydi. Bahçeye ateş yakılmış, sac kurulmuş, hamurlar parça parça dizilmiş, iç malzeme kapları sıralanmış, yaslağaç, oklava, büşleeç, yer örtüsü ve tüm ekmek yapma malzemeleri hazırdı. Ayrıca, dut ağacının altındaki halıya yer minderleri serilmiş, sofra kurulmuştu. Ayran, sofra tepsisinin ortasında, kaşıklar ve çay bardakları ise kenarlara dizilmişti. Semaverin suyu doldurulmuş ve közü alevlenmişti.

Beş dakika arayla babalar geldiler ve hemen iş başladı. Onlar ellerini yıkayana kadar, Ali ve Cafer çayı demledi, ekmek servislerini ise Ayşe ile Fatma yapacaklardı. Herkes görevini biliyordu. Muhabbetle ve afiyetle ekmeklerini yediler, çaylarını içtiler. O günün en güzel haberini ise yemekten önce Ali ve Cafer ile konuştukları için Cafer’in annesi Zeynep Hanım verdi.

               Mehmet Düğmeci Mart 2025

Önceki yüzyılın başlarında inşa edilen Şafaktepe Tüneli kısa bir süre kullanılmıştır. Uzun yıllar bakımsız, kontrolsüz ve işlevsiz olan tünel doksanlı yıllarda sığınak ihtiyaçlarının ortaya çıkmasıyla mahalle ve bölge sakinlerinin sığınağı olarak kullanmak maksadıyla tünelin geçtiği tepenin ön yüzü oyularak toplanma galerisi ve tünele bağlantılı üç kol şeklinde mini tüneller ham betonarme olarak inşa edilmiştir. Ayrıca aynı dönemde tünelin iki girişi de küçük demir kapılar bırakılarak beton bloklarla kapatılmıştır.

2023 yılına geldiğimizde Mamak Belediyesi tarafından tünelin cephesi, sığınak galerisi, bağlantı tünelleri yalıtma kriterleri de göz önünde bulundurularak Osmanlı Mimarisine uyumlu mimarlık ve mühendislik çalışmaları uygulanmış tünelin kendisi ile ilgili yenileme çalışmaları ve aydınlatma uygulamaları ile ‘’Tünel Sanat Merkezi’’ başta Mamaklı olmak üzere tüm sanatçı ve sanatseverlere kazandırılmıştır.