Yatsı namazından sonra Nasrullah Camisi’nin avlusunda şadırvanın yanında buluşacaklardı. Namazdan sonra Amene’r-Resulü okunduktan sonra cemaat dağılmaya başladı. Dedesi, caminin son cemaat yerine bıraktıkları ahşap, babadan kalma valizi ve valize sığmayan çamaşırlarla beraber annesinin yolluk için hazırladığı yiyeceklerin konulduğu yarıya kadar dolu çuvalın ağzının bağ yerinden tuttu. Dedesi, Mehmet’in ayakkabılıktan alıp kapının önüne koyduğu ayakkabısını çekecek kullanmadan, biraz zorlayarak giydi. Dedesinin dolu olan ellerinden de tutamadığı için bir eli valizle temas halinde on, on beş adım sonra dede torun şadırvanın yanında beklemeye başladılar. Şırıl şırıl şadırvanın havuzundan taşan berrak suya yansıyan ışıklarla beraber caminin aksi büyülüyordu. Seyredilmesi için mi yapılmıştı bu şadırvan? Diye düşünürken dedesi ‘’Mehmet, bir tas su ver de şifa niyetine içelim.’’ dedi. Uzun zincirlerle bağlanmış bakır taslardan birini doldurup dedesine verdiği gibi kendisi de kana kana içti. Tam o sırada hızlı adımlarla, tanışıyormuş gibi gülümseyerek, selam verip yanlarına gelen siyah sakallı kişi Servet Hoca’dan başkası değildi. Dede ile tokalaşıp kucaklaştıktan sonra Mehmet’in başını da sıvazladı. Servet Hoca oturağın üzerinde duran valizi tuttuğu gibi ‘’Hadi bismillah, gidelim.’’ deyip yurda doğru hareket ettiler. Mehmet’in zihni o kadar karışıktı ki! Yatılı okula, hem de başka bir şehre gitme fikri ilk etapta fantastik bir tercih gibi gelmişti. Daha on bir yaşında hangi gerekçe onu buralara getirmişti? Üstelik Ankara gibi büyük bir şehirden Kastamonu’ya hangi kader sürüklemişti?

      Caminin sol tarafından arkasına doğru gittiklerinde ilk bakışta duvardaki kitabesiyle tarihi bir mekân olduğu anlaşılan binanın yan tarafındaki büyük demir kapıdan içeri girdiler. Geniş bir avlunun sağ tarafında göze çarpan, büro olarak kullanıldığı anlaşılan, küçük kare şeklinde, oda büyüklüğünde bir kulübe; sol tarafta sonradan yemekhane olduğunun öğrenileceği büyükçe, iki katlı bir bina vardı. Gece görevlisi olduğu anlaşılan bir kişi onları karşıladı. Servet Hoca, ‘’İhsan, bugün sana bahsettiğim Mehmet, artık bizim misafirimiz olacak. Onun yatağı hangi odada hazırlandı?’’ İhsan, ‘’Buyurun hocam’’ derken valizi hocanın elinden aldı. Büyük bir kapıdan içeriye girdiklerinde uzun ve geniş koridorun sol tarafında sıra sıra, kapı ve pencereleri taş kemerli odalar, sağ tarafında önünde sandalyeleriyle masalar büyük camekânlardan dışarıya doğru bakıyordu. Koridorlar floresan lambalarla yeteri kadar aydınlatılmış, koridorda pijamalarıyla göze çarpan tek tük öğrencilerin yatma hazırlığında oldukları anlaşılıyordu. Koridorda ilerlerken camdan görünen yarı aydınlık bahçenin arkasında muhteşem Nasrullah Camisi, ay ışığının da aydınlatmasıyla adeta tualdeki resmin ana figürünü oluşturuyordu. (Mehmet en azından o gece o yöne daha dikkatli bakmasaydı.) Ay ışığı ve aydınlatma lambaları, ağaç dalları ile caminin duvarında ve bahçede saklambaç oynuyorken arada bir görünüp bir saklanan kocaman mezar taşlarından başkası değildi. Hem yürüyüp hem sohbet ederek İhsan’ın peşinden giden Servet Hoca ve dedesi, Mehmet’in dedesinin elini çekip bahçeyi işaret etmesiyle duraksadılar. Dede bir an şaşkın bakışla birçok mezarlığın olduğunu fark etti ki, Servet Hoca söze girdi. ‘’Hoca abi, biliyorsun bizim ecdadımız dünyevi işlere dalıp ölümü unutmasınlar diye tarihi camilerimizin, medreselerimizin bahçesine kabirler yapmışlar.’’ Tamam da, bu çocuk nasıl anlayacak şimdi bunu? Kim izah edebilir?

      Koridorun sonu derken bir dönemeç, bir dönemeç daha, köşeyi döndükten sonra ikinci odanın kapısından girdiler. Küçücük odanın içerisinde ikişer katlı iki tane ranza ve ancak dört kişinin ayakta, üstünü başını giyinebileceği kadar boşluk vardı. İhsan, sol alt ranzayı göstererek Mehmet’in yatağının orası olduğunu işaret etti. Dede, Mehmet’e ‘’Oğlum, önce Allah’a sonra Servet Hoca’ya emanetsin.’’ dedikten sonra sarılıp gitmek için yöneldi. Mehmet, dedesinin elini öptükten sonra bir an için onların peşinden gidecek oldu. Ama nafile, kendisini anlatabileceği, duygularını anlayabilecek kimse olmadığı gibi kendisinin de bir şey yapacak gücü yoktu. Öylece üstünü bile değiştirmeden yatağa girdi; yorganı başına çekti, bir an önce uyumak istiyordu. Nerede olduğunu bir an olsun unutmak ve gözlerini sımsıkı kapatıp ağlamak sabahın gelmemesini veya gecikmesini sağlamayacaktı.

      ‘’Kalk, kalk, hadi arkadaşlar namaza geç kalmayın!’’ Önce uzaktan,  sonra yaklaşarak tekrarlanan, yükselerek gelen sesle beraber bir uğultu yükselmeye başladı. Kafasını yorgandan çıkaran Mehmet, odanın penceresinden koridorda o tarafa, bu tarafa giden; pijamalı, omuzlarında havlu olan öğrencileri gördü. Çok geçmeden ranzanın üst katında bir hareket ve sarsılmayla beraber yarı sürtünerek pat diye zemine, ayaklarının üzerine birisi indi. Terliklerini giydikten sonra, havlusunu alıp odanın kapısından çıkarken diğer ranzanın alt ve üst sakinleri de kalkmış peş peşe odadan çıkmışlardı. Mehmet odada tek başına kalmış, sanki onu kimse fark etmemişti. Birkaç dakika sonra oda sakinlerinden birisi kollarını ve yüzünü kurulayarak içeri girdi. Mehmet biraz hareketlenerek, geniz sesiyle beraber kendisini dikkate sunarken, ‘’Hayırlı sabahlar, hoş geldin kardeş. Ben Turan. Bu gece geldiğini fark ettik. Fakat gece rahatsız etmek istemedik. Nasıl olsa artık beraberiz. Sabah namazı için kalktık. Namazı camide kılıyoruz. Sen de kalk istersen.’’ Çok güzel bir karşılaşma ve başlangıç olmuş, Mehmet biraz ferahlamıştı. Yatağın üzerinde doğruldu, ayaklarını aşağı sarkıtarak Turan’ın yüzüne iyice bakarak ‘’Ben Mehmet, çok memnun oldum.’’ dedi sadece. Lavaboya gidebilmek için ayakkabılarını yarım giyerek valizini yakınına çekip, ranzaya oturur vaziyetteyken terliğini ve havlusunu çıkardı. O da abdest almak için doğruca abdesthaneye gitti. Bazı öğrenciler önce tuvalete sonra abdesthaneye giderken bazıları da ya direk veya tuvaletten sonra abdest almak için caminin avlusundaki şadırvanı tercih ediyordu.

      Abdest sırası bekleyenler yarı uykulu olduklarından olsa gerek, sıranın kendilerine ne zaman geleceği kaygısını taşımıyor, birbirlerine karşı ilgisizdiler. Sanki birbirlerini tanımıyor, hasbelkader umumi abdesthanede karşılaşmış gibi olmaları Mehmet’e olan ilgisizliklerinin özel bir sebebi olmadığını da gösteriyordu. Yatakhaneye geri döndüğünde diğer üç arkadaş camiye gitmek için hazır, Mehmet’i bekliyordu. Turan, ‘’Seni bekliyorduk, hadi hazırlan da geç kalmayalım.’’ dedi. Mehmet hazırlanırken Nazım ve Bilal de kendilerini tanıttılar. Kastamonu’nun farklı ilçelerinin köylerinden gelmiş oda arkadaşları da okula bu sene başlıyordu. Beraber odadan çıkıp sohbet ederek camiye vardılar. Sabah namazı vaktinde böyle, büyük, tarihi bir camiye ilk defa gelmişti Mehmet. Hoca efendi namaz öncesi Kur-an’ı Kerim okurken hocanın etkileyici, seri tilaveti ve namaz sonrası okuduğu aşrı şerifin besmelesinin öncesinde üç defa ‘’euzübillahissemiulaliimimineşşeytanirracim’’ diyerek başlamasının hala Mehmet’in kulağında çınladığını söyleyebilirim.

      Namaz sonrası yurda döndüler. Kahvaltı saati başladığından direk yemekhaneye geçtiler. Bir parça ekmek, zeytin, peynir, reçel, haşlanmış yumurta olan tabaklardan birer tane aldılar. Görevli çay için bardak ta almalarını söylediğinde öğrenciler sağa, sola, birbirlerine bakındılar. Gözleri cam bardak ararken sıranın önündekilerin aldığı büyük çelik bardaklardan onlar da aldı. Masalardaki çelik, içi çay dolu sürahilerden herkes gibi onlar da bardaklarını doldurdular. O bardaklarla şekeri içinde ılıktan biraz sıcak çay aromalı şerbetten bildiğiniz çay konforu beklemeyeceklerini sonraki günlerde öğreneceklerdi. O çaydan içmenizin tek geçer nedeninin boğazınızı ve ekmeği ıslatarak yudumlamak olduğunu söyleyebiliriz.

      Yurtta biraz oyalandıktan sonra diğer birçok öğrenciyle okula gitmek için yola çıktılar. Daha büyük görünmelerinden üst sınıflarda okuyan ve eski öğrenciler oldukları anlaşılan kişilere hiçbir şey sormadan; o öğrencilerin peşine takılıp şehrin ortasından geçen, her iki tarafında hem kaldırım hem de taşıt yolu olan çay boyunca okula kadar yürüdüler. Yeni başlayan öğrenciler için sınıf şubelerini duyurmak maksadıyla kapıya listeler asılmıştı. Her okulda olduğu gibi müdürün kısa bir açış konuşmasından sonra istiklal marşı okundu ve sınıflara girildi. Mehmet, yeni arkadaşlarıyla tanıştı.

      Sınıftaki öğrencilerin çok azının ailesi Kastamonu’da yaşıyordu. Büyük çoğunluğu Kastamonu, Sinop ve Samsun’un çeşitli ilçelerinden hatta köylerinden gelmişti. Vakıflar yurdu, İlim Yayma Cemiyeti yurdu ve okulun devlet parasız yatılı yurdunda kalıyorlardı. Durumun böyle olmasından dolayı Mehmet’in ilk andaki kaygıları biraz kaybolmuştu. Köyleri Kastamonu’ya yakın olan öğrenciler hafta sonları ailelerinin yanına gidiyor, bazılarının aileleri bir vesile ile çocuklarını ziyarete geliyor, Mehmet ise ailesi ile sadece mektupla haberleşebiliyordu.

      Mehmet arkadaşlarıyla çok çabuk kaynaştı. Beraber çıkıp geziyorlar, alışveriş yapıyorlar, pazara ve sinemaya gidiyorlar; o yıllarda yeni yaygınlaşmaya başlayan videoda Türk filmleri seyretmek için beş dakikada bir çay içmek zorunda bırakılmadıkları kahvehanelere gidiyorlardı. Kastamonu’nun tarihi mekânlarından kalesini, saat kulesini, Ayağı Yanık Evliyası’nı, Şeyh Şaban-ı Veli Camisini, Yılanlı Camisini, hanlarını menkıbelerini dinleyerek geziyorlardı.

      Akşamları ders çalışmanın yanında kitap okuyorlar, sohbet ediyorlardı. En keyiflisi de köylerinden gelen doğal meyveleri beraber yiyorlardı. Çeşitli akıl oyunlarının yanında yurdun bahçesinde oyunlar oynuyor, şakalaşıyorlardı. Yurdun bahçesi demişken her akşam ders çalışırken caminin diğer tarafındaki tabutluğa açılan büyük yeşil, ahşap kapıdan beyaz çarşafı veya yırtılmış kefeni ile bir pirin çıkıp gelmesini beklerlerdi. Bahçenin toprak olan büyük bölümünün mezarlık olduğunu söylemiştik. Birçok ağaç ve tarihi mezarların, dev mezar taşlarının arasında akşam vaktinde bile korkmadan, ürkmeden oynayacaklarını; o ağaçlara çıkıp meyvelerinden yiyebileceklerini ilk geldiklerinde nereden bilecekti Mehmet. Kimdi o hafta sonu köyden gelirken yanında getirdiği o lezzetli alıçları biraz fazla yedikten sonra o kadar şiddetli rahatsızlanmalarına neden olan?

      Nasrullah Pasajı’nın çaya bakan çıkış köşesindeki börekçinin lezzetli böreklerinin meşhur ‘’Kastamonu Kır Pidesi’’ olduğunu yıllar sonra öğreneceklerdi. Neydi o pazarda ilk defa görüp merak ederek aldığı Trabzon hurmasının buruk tadı! Yıllarca yemediği o lezzetli meyvenin aslında o gün ham olarak yenmesindenmiş.

      En son ne zaman içtiğinizi hatırlıyor musunuz limonlu, portakallı oraleti? Çıkan yemeği beğenmeyip yemediği için, açlığını da gidermek maksadıyla yemekhane nöbetçisi öğrenciyi kafalayıp yeni gelen ekmeklerden gizlice götürüp, kantinde oraletle yemenin lezzetini hala unutmamış Mehmet.

      O yıllarda dostluğun, kardeşliğin çok güzel örneklerinin yaşandığı, ailelerden uzak olmanın ve imkânsızlıkların da desteklediğinin düşünülebileceği birliktelik yaşanıyordu Kastamonu’da. Köyleri yakın olan bazı öğrenciler Mehmet’i de köylerine götürürlerdi bazı hafta sonları. Bunlardan biri de dost, arkadaş Ramazan’dı; o annenin, o babanın şefkat ve merhameti gerçeğiyle ayırt edilemezdi. Üst sınıflardaki büyükler gerçek birer abiydi.

      Hafta sonu yurtta öğrencilerin banyo ve çamaşır telaşları olurdu. Sanılmasın ki çamaşırlar yıkanması için çamaşırhaneye veriliyor yahut makinaya atılıyor; banyoya bırakılmış birkaç leğende, sırası ile elde yıkanıyordu. Banyo yapılması ve çamaşır yıkanması için önce odunlukta sobanın kapısından sığacak ebatlarda odun hazırlamak gerekiyordu. Bakır kazanlı banyo sobası yanarken üstündeki su dolu kazanda su ısınır, borularla yan taraftaki duş kabinlerinde musluklardan akar, kovaya doldurulur, tasla banyo yapılırdı. Aynı anda birkaç kişi banyo yaptığından kazandaki sıcak su eksilir, yukarıdan akan soğuk su ile tamamlanırdı. Bir müddet sonra su ılır, banyonun sonuna doğru soğurdu. Bu hafta sonu telaşı memleketleri uzak olup yurtta kalanlar içindi. Özellikle küçük yaştaki öğrencilerin öz bakımlarını, temizliklerini muntazaman yapabilmesi mümkün değildi. Kimi öğrenciler kirli kıyafetlerini memleketlerine giderken götürmek için biriktirir, her bir kıyafet olabildiğince uzun süre giyilmeye çalışılırdı. Bugün neredeyse unutulmuş bit ve sirke gibi haşereler sıklıkla görülebiliyordu o yıllarda.

      Havalar soğuduğunda koridora belli aralıklarla soba kurulur, odalar ortamdan ısınırdı. Ders çalışma saatlerinde (mütalaa) vakit ilerledikçe sobanın yakınındakiler rehavete kapılır, rehber öğretmenin (belletici) uyandırmasıyla kendine gelirdi.

      Okullar açılalı henüz üç hafta olmuştu ki herkes gibi Mehmet de ailesinin yanına gidecekti. İlk defa tek başına uzun yola çıkacağından biraz endişe biraz korku ile valizini hazırlayıp arkadaşları ile yurttan ayrıldı. Otobüs terminaline vardıklarında her birisi farklı otobüs ve minibüslere bindiler. Mehmet’ten başka Ankara’ya gidecek öğrenci yoktu. Tek başına o yılların en popüler yolcu otobüsü 302’ye bindi. Arka kapının karşısındaki çift kişilik koltuğun cam kenarına otururken yanına da altmış-altmış beş yaşlarında bir amca oturdu.

      Otobüs hareket ederken yolcuların içinde, normalde içmediği halde sigarasını çıkaranlarla beraber birçok sigara yakıldı. Mehmet, duman altında, yol arkadaşı, Daday ilçesinin bir köyünden, Ankara’daki çocuklarının yanına hem ziyaret hem de rahatsızlığı nedeniyle doktora görünmek maksadıyla giden Hasan amca ile uzun uzun sohbet etti. Hasan amca, ‘’Evladım ben biraz uyuyayım, dün gece de fazla uyuyamadım.’’ Deyip koltukta yatış vaziyeti aldı. Kastamonu’nun içini geçip havaalanı yolundan Ilgaz Dağı’nın eteklerine vardıklarında Hasan amcadan garip sesler geldi. Bir süre sonra amca tamamen sessizleşti. Mehmet muavini çağırıp durumu anlattığında muavin amcanın kalbini dinledi, nabzına baktı. ‘’Amca ölmüş’’ dedi. Mehmet, o telaşla paniğe kapılmıştı. Muavin, ‘’Kimse anlamasın, sakin ol, otobüste kargaşa olur.’’ deyince Mehmet, çaresiz yayılmış olan amcaya temas etmemek için ses çıkartmadan, iyice cama yapıştı.

      Ilgaz Dağı’nı tırmanan otobüs, zirvede Söğütlü Çeşme dinlenme tesislerine girerken muavinin! ‘’Kastamonu, İnebolu istikametinden gelip Çankırı, Ankara istikametine gitmekte olan Güven Turizm’in sayın yolcuları! Kaptanınız yarım saat yemek ve ihtiyaç molası vermiştir.’’ dedi. Tesise vardıklarında yolcular olandan habersiz otobüsten indiler. Mehmet, ne yapacağını bilemez halde yerinden ayağa kalkıp korkuyla gelmekte olan muavine ‘’Ben inemedim.’’ diyebildi. Muavin, ‘’Tamam iki dakika daha bekle.’’ deyip, o da indi. Korku ve endişe ile sessizce beklemekten başka çare yoktu on bir yaşındaki Mehmet için. Bereket ki çok geçmeden yanında iki kişi ve elinde bir battaniye ile gelen muavin battaniyeyi otobüsün koridoruna serip Hasan amcayı battaniyenin üzerine yatırdıktan sonra otobüsten indirip tesisin yan tarafına doğru götürdüler. Nihayet otobüsten inebilen Mehmet, derin derin nefes alarak açık alanda mola bitene kadar dolaştı.

      Akşamüstüne doğru otobüs Ankara’ya ulaşıp yolcuları Çankırı Caddesi’nde indirdi. Normal tutuş pozisyonunda tuttuğunda yere değdiği, ağırlığından dolayı da yeterince kaldıramadığı valizini yarı sürükleyerek yürümeye başladı Mehmet. Telefon veya başka pratik iletişim imkânının olmadığı dönemlerdi. Sadece, Ankara’ya geleceğine dair ailesine mektup yazmış, mektubun ulaşıp ulaşmadığı hakkında bir bilginin de olmadığını düşündüğümüzde bu gelişten ailenin haberdar olmayabileceği bile söylenebilirdi. Yolda gideceği semtin otobüs duraklarını sorarak Ulus merkeze, heykelin yakınına kadar gelmişti. Fakat kavşakta sorduğu kişiler net olarak tarif edemeyince yorgunluk ve bitkinliğinin üzerine kaygıda binince ağlamaya başladı Mehmet. Başına toplanan kalabalığın içinde, onun gideceği yerin otobüs durağını bildiğini söyleyen birinin peşine takıldı. Nihayet otobüse binip ailesine ulaşmıştı. Bayram sonrası babası dönüş için bizzat otobüse bindirip uğurlamıştı.

      Sömestr sonrası yurda ulaştığında karşılaştığı manzara karşısında çok şaşırdı. Yurda ilk girerken bahsi geçen girişte sağdaki yönetim merkezi olarak kullanılan kulübenin düz beton olan çatısı komple asılmış sucuklarla doluydu. Kurban bayramında hayırsever vatandaşlar tarafından bağışlanan kurban etlerinin yurt yönetiminin organize etmesiyle sucuk yaptırılmış olmasını ve o sucukların haftada iki gün sabah kahvaltısının menüsüne ekleneceğini öğrendiler. Gerçekten parmak büyüklüğünde pişirilmiş sucuklar kahvaltıda çıkmaya başladı. Geleneksel olarak sucuk yapma ve yeme kültürüne sahip olmayan bir aileden gelen Mehmet için sucuk, sadece mahalle bakkalından kangaldan bir parça kestirerek alıp küçük küçük doğrayarak tavada yumurtayla pişirilip ailecek kapışarak yenilen bir gıdaydı. Bugün istenildiği kadar alınabiliyor olmasından mıdır bilinmez ama o sucuğun lezzeti hala damaklardan silinememiştir. Bazı öğrenciler tarafından kahvaltıda sucuk çıkması tercih edilmezken, Mehmet’in iştahla yediği özel bir ikramdı.

      Sonraki yıllarda daha çok yaygınlaşacak ve bilinecek olan ‘’Kastamonu Sucuğu’’ sucuk konusunda ün yapmış Kayseri ve Afyon sucuklarıyla yarışır lezzete sahipti. Bir gün cemiyetin ve yurdun kurucusu güzel insan Bilal Koç hoca öğrenciler kahvaltıdayken ziyarete gelmiş, masaları dolaşırken bazı öğrencilerin tabağında hiç görmediği sucuktan Mehmet’in tabağında fazlaca görünce dayanamayıp, gülümseyerek, ‘’Çocuklar bakın, bazı arkadaşlarınız sucuk yemeyi sevmiyor sanırım. Ama sizin enerjiye ve vitamine daha fazla ihtiyacınız olduğundan kendinizi biraz zorlamalısınız. Arkadaşınız Mehmet sucuğun faydasını keşfetmiş.’’ demişti.