‘’Anne, o adamlar yine geldi.!’’ ‘’Kim yavrum?’’ ‘’O minibüsle gelenler vardı ya, onlar!’’ Yıllardır bir baba olarak annesi – babası, eşi, çocukları ve akrabaları ile ilgilenirken, işini okulunu da ihmal etmeden devam etmiş; akrabaları, komşuları, arkadaşları hep onun sorumluluğunun bir parçası olmuştu. Ama gençler onun en önemli ilgi alanı; onların derdi onun derdi, ihtiyaçları onun ihtiyacı, gelecekleri onun geleceği idi. Diğer taraftan onun da kendisini yetiştirmesi; okulunu bitirirken, tarihi, kültürel, dini, sanatsal kitapları okuması, tarihten, dünyadan, gelecekten, siyasetten haberdar olması gerekiyordu. Var olmanın anlamını, bir işe yaramanın hazzını yaşamak istiyordu. Arapça, İngilizce, Farsça, Osmanlı Türkçesi çalışıyor; tefsir, hadis, fıkıh usulü ihmal etmediği çalışma alanlarıydı.
Camide kürsüye çıktığında kendini tümüyle yetiştirmiş, yılların vaizi gibi herkese kendini dinletiyordu. Yaşlıların evladı, gençlerin kardeşi, çocukların ağabeyi idi. Cami cemaatinin yaş ortalaması her geçen gün daha düşüyor, mahalledeki kahvehanelerin müdavimleri azalıyordu. Ailesinden, komşularından, arkadaşlarından, esnaflardan, uzaktan-yakından kendi aralarındaki münakaşa ve problemlerinde çözüm için ona gelirler; eğer ona gelmemişler de o bir şekilde durumdan haberdar olmuşsa mutlaka bizzat onların evlerine, işyerlerine giderdi. Bir gün Davut, Rıza’nın kahvesine girmiş; kahvedekiler ne olduğunu, niye geldiğini anlamaya çalışırken masaları gezerek sohbet etmiş; muhabbetinden herkes çok memnun kalmış; kahvehanenin sahibinin kaygılandığını görünce, ‘’Rıza dayı, sen merak etme işlerin daha da iyi olacak inşallah’’ diyerek onu ikna etmişti. Kalacak yer bulamamış birkaç üniversite öğrencisine bir hayır sahibi ile önayak olmuş, mahallede kiraladıkları bir eve yerleştirmişlerdi. Onun referansı mahallelide karşılık bulmuş olacak ki komşular gençleri sıcak aşsız ve çorbasız bırakmamışlardı.
Camiye gelmeye başlayan bazı gençlerin ailelerinin bu durumdan rahatsız olduğunu duyunca onları ziyarete gitmiş, kendini tanıtmış, neler yaptıklarını anlattığında izzet, ikramdan sonra memnuniyetle uğurlamışlardı onu. Camide kurduğu kütüphaneyi çeşitli alanlardan kitaplarla zenginleştirmiş; hikâye ve romanlar, şiir, edebiyat, tarih, tefsir, fikir kitaplarından yerli ve yabancı birçok yazarın istenilen kitapları mevcuttu. Matematik, fizik, kimya, edebiyat ve başka dallarda öğretmen olan arkadaşları gelir; mahallenin çocuklarının ve gençlerinin okullarındaki başarısına katkı sağlamak için onlara ders çalıştırırlardı.
Gençlerden uygun olanlarla beraber konferanslara, festivallere, söyleşilere giderler; üniversite hocalarından, yazarlardan mahalleye gelenler olur, onlarla sohbet ederlerdi. Hocanın gittiği her yerde farklı görüşlerden mutlaka bir grup oluşur; onların zihinlerini meşgul eden, tartışmalı konular gündeme gelir, günün sonunda herkes mutmain ve mutlu olarak kucaklaşıp ayrılırlardı. Çevrede herkesin güvenini kazandığından zekâtlarını, fitrelerini Hoca’ya verirler; o da, o paraları ihtiyaç sahibi olan öğrencilere dağıtırdı.
Terör olaylarının, kardeş kavgalarının ülke geneline yayıldığı o yıllarda “sağcı, solcu, yeşil komünist, şeriatçı” yaftalarının karşılık bulduğu; kahrolsun faşistler, kahrolsun komünistler sloganları ile her vesilede mitingler, yürüyüşler yapılırken genç bir kimsenin akşam evine sağ salim gelmesi aile için büyük şükür vesilesiydi. Her gün onlarca ana kuzusu yok yere, anlaşılamayan gerekçelerle yaralanır yahut öldürülürdü. Aslında ne öldüren niye öldürdüğünü ne de ölen niye öldüğünü bilirdi. O yıllarda kardeş kardeşe silah doğrultabilme motivasyonunu hangi karanlık güçler sağlıyordu? Bir akşam anne ve çocuklar babanın iyice gecikmesi sonucu kaygıyla beklerken Mehmet, ‘’Anne babama bir şey olursa kardeşlerimle sana ben bakarım.’’ demesi, o çocuk aklıyla annenin üzüntüsüne teselli olacağını düşünmüş olmalıydı. Hoca eve geç gelse bile hiç eli boş gelmez, ter su içerisinde hızlı adımlarla eve ulaşır, filenin içi hep meyve ve sebze ile dolu olur, filenin ağırlığıyla elinde derin izler oluşurdu. Annenin hal hatırını sorduktan sonra, çocukların derslerini sorar, ödevlerine yardımcı olur, oyunlarına yön verirdi. Mahalledeki çocuklarla olan ilişkilerini bile ince ince takip eder ki onların ağızları ve davranışlarının hoş olmadığını düşündüğünden kendi çocuklarının onlardan etkilenmesini istemezdi. Bir seferinde oğlunu mahalledeki çocuklarla oyun oynarken görmüş; geri dönerek kırtasiyeden aldığı çeşitli oyuncak ve akıl oyunları seti ile gelip, ‘’Bak Mehmet sana neler aldım.’’ diye aldıklarını göstererek Mehmet’i çağırmıştı.
On İki Eylül öncesi şehirlerde sokaklar, caddeler, mahalleler adeta parsellenmiş; hatta resmi kurumlar bile kendi içlerinde sağcılar, solcular diye ayrışmıştı. Davut, birçok kere ‘’Sağcı mısın? Solcu musun?’’ sorularıyla karşılaştığı gruplar tarafından çevirmelere muhatap olmuş, her seferinde onlara söylediği birkaç sihirli cümle ile bırakılmıştı. Evlerin kapısına gelip para toplarlar, ‘’Sizi biz koruyoruz.’’ derlerdi. Kim, kimden, kimi koruyordu? Derken, seksen askeri darbesi olmuş, ne hikmetse ülkedeki kardeş kavgaları, çatışmalar bir anda bitmişti. Davut, yurt dışı doktora sınavlarını kazanmış, evraklarını hazırlamış, Mısır’a gitmek için son onayı bekliyorken eşini ve küçük çocuklarını yanında götürmeyi düşünüyordu. İlkokulu yeni bitirmiş olan Mehmet’in kaydını kendisinin de okumuş olduğu Kastamonu’daki yatılı okula yaptırmıştı.
O günlerde bir minibüsle gelen üç, dört kişi bir hafta arayla bir ay süresince eve geliyorlar, odaya girip saatlerce görüştükten sonra gidiyorlardı. Misafirin hiç eksik olmadığı bir hane için bu gelenleri diğerlerinden ayıran şey, o dönemde imkânsızlıklardan olsa gerek ki misafirlerin yaya veya toplu ulaşım araçlarıyla gelmesine karşın bunların özel ve dikkat çekici bir minibüsle gelmeleriydi. Bu sürecin sonunda rahatlamış bir ruh haliyle Davut, ‘’Çok bunalmıştım rahatladım çok şükür.’’ deyince, anne ‘’Ne oldu? Biz de merak ettik.’’ dedi. Davut, ‘’Israrla liderleri olmamı istiyorlar. Ben, böyle bir durumun mümkün olamayacağını, daha eğitimime devam edeceğimi söylememe rağmen; sen yeterlisin, eksikleri biz tamamlarız, sen kabul et yeter ki diyorlar. En son kati olarak kararımı söylediğimde bozularak gittiler.’’ dedi.
Mehmet yatılı okula gitmiş, aile bir taraftan hazırlıklarını yapıyorken, yurt dışı için gelecek belgenin eli kulağındaydı. Davut yeni kişilerle tanışıyor, önemli makamlar tarafından istişare toplantılarına davet ediliyordu. O günlerde yeni birisi arada bir camiye gelmeye başlamış; kütüphanede oturup yaşına göre tuhaf gelebilecek, yeni öğreniyor gibi her türlü soruyu soruyordu. Bir süre sonra meçhul kişi ısrarla Davut’u evine götürmek ister. O ısrarlı talepler karşısında eşine de söylediği, ‘’O bahsettiğim kişi tekrar gelirse, aslında hiç gitmek istemiyorum ama yatsı namazından sonra gitmeyi düşünüyorum.’’ dedikten sonra Allah’a ısmarlayıp evden çıktı Davut. Son görüşmelerinin olduğunu nereden bilecekti her ikisi de.
Mehmet mektup yazıp gönderiyor, cevap geliyor, harçlıklar gönderiliyordu. En son görüştükleri Kurban Bayramı tatilinden sonra Mehmet’in birinci mektubuna cevap gelmiş, sonra peş peşe yazdığı her iki mektuba da cevap gelmemişti. Büyük babasından gelen mektupla babasının yurt dışına gitmiş olduğunu öğrendiğinde, yeni mektup beklentisini ortadan kaldırmış oldu. Anne ve kardeşlerinin de köyde olduklarını öğrenen Mehmet, yarıyıl tatili için köye gitti. Bir cuma günü cuma namazı için evden çıkıp köydeki arkadaşları ile sohbet ederken çok iyi ve herkesin sevdiği, genç yaşta ölmüş bir kişiden bahsediyorlardı ki doğal olarak bu, babası yurt dışına gitmiş olan Mehmet’in üzerine alabileceği bir durum değildi.