İnsan, ancak içi ve dışı arasındaki dengeyi yakalayarak insanlığını elde edebilir.Kendi varlığında ulaşabileceği zirve, elde edeceği vasat boyutundadır.Belki hiçbir varlıkta olmayan bu ikilem, insanda varolup, aynı zamanda onu etrafına üstün ve farklı kılan niteliğidir.
Bir noktayı varılacak hedef haline getirme, önce o noktayı fark etme, sonra o noktaya ulaşabilme arzusu ve kararlılığı ile mümkündür.Bu eylem sürecini tamamlamak için ihtiyaç hissedilen şeyler, insana herhangi bir varlık gibi yaşama keyfiyetini vermeyen ona ağır sorumluluklar yükleyen becerileridir.Erişilmesindeki güçlüğü izah edebilmek için binbir dereden su getirdiğimiz bu vasat, aslında bütün insanlığın tarihi boyunca elde etmeyi arzu ettiği huzur ve sükunun çekirdeğini taşır.Güvenli, kötülüklerin olmadığı, herkesin daha fazla iyilik yapmak için yarıştığı, problemlerin adalet esasına göre çözüldüğü bir hayatın tesis edildiği yer!!!.Böyle bir yaşamı kurma arzusu tarihi boyunca insanı hep meşgul etmiştir.Soyut biçimde zihninde taşıdığı bu hedeflerin gerçekleştirilmesinin yolu, dış dünyasını şekillendirecek, kabul edilebilir bir iç dizaynı sağlamasına bağlıdır.Yaratılışı itibariyle insan elde ettiğinin fazlasını isteyen ve bunu hak ettiğini düşünen bir varlıktır.Bu gün bir nevi, cenneti hayata taşıma içgüdüsünü kuvvetli bir şekilde içinde bulunduran insan başlangıçta tam da orada yaşıyordu.Adem’in cenneti yitirmesinin nedeni Şeytan’dan çok (İbrahim/22-İsra/65) kendisine verilenle yetinmeyen, daha fazlasını hak ettiğini düşünen arzu ve istekleri idi (Araf 20-22).Şeytanın rolü Ademin kendi varlığına ait niteliklerini aktive edecek bir ayartıcı unsur olmaktan öte gidecek bir şey değildi.Ademin insan olma süreci aslında bu isyanla başlıyordu.Kadim kitabımızda Ademin yaratılışı için verilen bu bilgiler, olmuş bitmiş şeyler değildir.Aslında her doğan insan Adem olarak dünyaya gelmekte ve Ademin yaşadığı her şeyi yaşamaktadır.Ademin haleflerinden farkı kendisine verilen insan olma sorumluluğunu terk etmemesi, her hatadan ders çıkarıp bir daha yapmaması, her isabetli davranışta ısrar etmesi ve öğütü tutma gayretidir.Çoğunluk olarak insanların Ademden farkı ise hayat içerisinde düştüğü krizleri Adem gibi yönetememesidir.
Eşyanın yaratılışı çift kutubluluk esasına dayanır.İnsan fevkalade karmaşık bir varlık olup, özünde çift kutupluluğu barındıran bir çok unsura sahiptir.İnsanı iç ve dış dünyası yönünden anlama gayretimizi zorunlu kılan, bu tanım ve bu tanım dışında kalan yaşam tasavvurunun tecelli ettiği, tarihimizdeki örneklerdir.Baktığımızda bizi sahip olmak için tahriki, eşyanın mahareti değildir.Bu soyut arzular için de geçerlidir.Kendi kimliğimizi tanımlama biçimimiz yaşamak istediğimiz hayatın çerçevesini teşkil eder.Eğer hayat tasavvurumuz, sahip olduğumuz eşyayı istediğimiz gibi hovardaca kullanıp, arzularımızı her ne olursa olsun gerçekleştirecek bir zirve anlayışına dayanıyorsa, içimizi dışarıya göre dizayn etmiş oluruz.Bu hayat tasavvurunun gerçekleştiği her aşama, bizi memnun, mutlu ettiği gibi birlikte yaşadığımız eşya ve insanları tedirgin, mutsuz edecek sonuçlar üretmesi kaçınılmazdır.Bu durumda gerçekleştirdiğimiz hedefler bizi mutlu kılarken, gerçekleştirme sürecinin çevremizde yarattığı olumsuzlukların sonucu bizi tedirgin ve huzursuz kılacaktır.Yine yaşamı bütün boyutlarıyla iç dünyamıza hapsedip bir nevi uzlet hayatının tercihi, yaratılış kodlarımızın aşınmasına, yabancılaşmamıza, bir takım erdemleri gerçekleştirmekten mahrumiyete, nihayet insan olma hedefinin ıskalanmasına neden olacaktır.İnsan toplu olarak yaşamak zorundadır.İnsanlığına dair yetenekleri, toplumsal ilişkiler içinde yeşerecektir.Kendi özünde saklı zaafları da, üstünlükleri de hemcinsleri ile olan münasebetleri sonucu ortaya çıkacaktır.Kendi iç dünyasında kaybolmuş bir insanın bu eylemi yaratılışına savaş açmaktan ibaret olup, kazanımları kayıpları ile boy ölçüşemez.
Eşyanın değeri, insanın ona verdiği kadarıdır.Arzu ve isteklerin kişi üzerindeki hakimiyeti, kişinin kendini onlara ne kadar bağlı hissettiği ile ilişkilidir.İnsan akledebilme yetisi ile kendi gerçekliğini kavrayıp neye ne kadar değer vereceğine dair ölçü belirlediği müddetçe, meydana gelecek süreci sürekli ulaşma sorumluluğu olduğu insanlığı ile yönetecektir.Doğru ölçüyü belirleyememesi süreci sahip olduğu unsurların insanı ele geçirmesi ile sonuçlanacaktır.Bu ölçü bazen dış dünyanın esas alındığı, bazanda iç dünyanın merkezde olduğu bir zeminde gerçekleşecektir.Bu bağlamda göze çarpan en önemli öge, ölçü ile yaşamanın gerekliliğini görüp kabul etmektir.Zira insanın içindeki belirgin, baş edilemez boyuttaki saiklerden biri ve en önemlisi ölçüsüz yaşama isteğidir.İnsana içinde erme arzusunu bulundurup kaybettiği yitik cenneti kah yaşama dahil edecek, kah vaat edilen uhrevi hayatta ‘fevz-ül azim’’ ile buluşturacak vasat, iç ve dış dünyasının gerçekliğini keşfedip her ikisinden birbirine hareketle kuracağa denge ile gerçekleşecektir.Ne mutlu o dengeyi arama gayreti ile yaşayanlara.