1
Ahşap ev, büyük taşların üzerine oturtulmuş uzun ve kalın direklerin üzerine kurulmuştu. Giriş katta büyük ağaçların üst üste yığılması ile oluşturulmuş küçük bir temeği (pencere) olan, zemini tahtadan, muhafazalı, az sayıda büyükbaş hayvanın barınabildiği bir dam (ahır) vardı. Tokmaklı kapıdan girdikten sonra uzun merdiven eve gelenleri sofaya çıkarıyordu. Sofada herkil denilen iki bölmeli uzunca büyük sandıklar bir odanın kuzey tarafındaki duvarına kademeli bir şekilde yaslanarak monte edilmişti. Herkil; buğday, mısır, bulgur gibi kuru yiyecekler için serin ve rutubetsiz bir koruma ortamı sağlıyordu. Buğday bölmesinin içine kışın olgunluğunu tamamlayacak olan meyveler gömülürdü. Herkilin hemen yanındaki dolap, derin ve geniş olmakla beraber çok büyük değildi. Tereyağı, yoğurt, peynir, pişmiş ama bitmediği için beklemesi gereken yemekler ve diğer bozulabilecek yiyecekler, dolabın tel örgülü kapakları olan üst kısmında muhafaza edilirdi. Dolabın alt bölümündeki ahşap kapaklar muntazamdı. Burada kışın sigortası diyebileceğimiz turşu, bal, pekmez; ayrıca armut, ayva, elma, pancar ve kızılcık meyvelerinden yapılmış ekşiler küçük denilecek çömlek ve testiler de muhafaza edilirdi. Sofanın ön tarafa bakan kısmından binanın biraz önüne doğru çıkıntılı, yüksekçe kurulmuş sedirde -iki yatak büyüklüğünde, minderlerle kaplı, yastıklarla çevrelenmiş - özellikle yaz günlerinde oturulmasına ve gaz lambasında akşam sohbetlerine doyum olmazdı. Sofanın arka tarafına doğru, helaya dönmeden önce abdest ve öz bakımların yapıldığı ahşaptan oyularak yapılmış abdestlik (lavabo); abdestliğin hemen yanında günde en az birkaç defa köyün içindeki çeşmeden ya da kuyudan doldurulup getirilen su yayığı vardı. Bir hayli büyük olan, belindeki örmenin hiç çıkmadığı yayık, evin hanımı tarafından sırtta getirilip götürülürdü. Yayığın üzerine konulmuş tahtadan kapağın üzerindeki teneke tasla hem su içilir hem de abdest ibriği doldurulurdu. Haftada en az iki defa, birikmiş yoğurdun içine konularak pervane gibi oyulmuş “bişek”le döve döve tereyağı yapılan büyük yayık, sofanın bir kenarında üstü örtülü şekilde bekleyen güvenlik görevlisi gibiydi. Yayığın yayıldığı günlerin sabahı, onun melodisiyle uyanan çocuklar için unutulmayacak anlardı. Sofa, odalara bakan tarafları dışında tamamen tahta darabalarla çevrili idi.
İki odadan biri tümüyle yaşam alanıydı. Geceleri yatılır, yemek yapılır yenirdi. Kuzine sobada ısınılır, yemek pişirilir; kuzinenin fırınında pişen mayalı çörek eğer birkaç tepsi değilse sobanın başındakiler tarafından içine tereyağı koymayı bile düşünemeden, birkaç dilimle soğumadan buhar edilirdi. Sobanın üzerinde abdest ve banyo için konulmuş su güğümü her daim hazır olurdu. Bugün şömine dediğimiz modern evlerin fantezi köşesine benzeyen ocakbaşı; daha büyük, geniş bacası ile ahşap evin içerisinde ateş tuğlasından yapılmış, çamurla sıvanmış, çok fonksiyonlu bir alanıydı odanın. Zaman zaman kirlendiğinde ocakbaşı çamurla sıvanır; ateşin yakılıp yemek ve ekmek yapıldıktan sonra bir kül çöreği gömülür külün içerisine, sonra sabırsızlıkla bekleyen çocuklar ve yetişkinler için külde evire çevire mısır(gavurga) patlatılır, nohut pişirilirdi. Çayın suyu hazır zaten. Günlük ihtiyaç olan malzemelerin konulduğu höcüreler; el feneri, iplik, iğne, pil, gözlük, tıraş malzemesi, tarak hatta çorapların bile arandığında bulunabileceği, ocakbaşının iki tarafında boydan boya sıralanmış dolaplar vardı. Höcürelerin bir kısmı kapaklı, çoğu ise açıktı. Banyo yapmak için her odada istisnasız bulunan gusülhane dolabı ocakbaşının bir tarafında; diğer tarafında ise yemek malzemelerinin ve artan yemeklerin konulduğu, muhafaza edildiği dolap vardı. O dolabın altında bir başka dolap ise odunluktu. Yarısından yukarı doğru sürülerek açılan pencerenin elde dokunmuş kumaşının özenle nakışla işlenmiş perdesi dikkatten kaçmıyordu. Pencerenin altında genişçe bir sedir ve sedirin baş tarafında hazır bekleyen yataklar, yorganlar, yastıklar ve minderlerin muntazaman katlanıp yığıldığı yüklük vardı. Karşı çamdunun (ahşap odanın duvarı) yukarı kısmında iki sıra halinde olan sergen, bakır malzemeden yapılma kalaylı tabaklar, tencereler, tavalar, çay bardakları, kahve fincanları ve cezve içindi. Sergenin altında ocakbaşı tarafında çamduya asılmış un eleği, tekne, kendürük, yaslaaç, oklavaç, büşleeç, ekmek tahtası, muntazaman dizilmiş kullanıma her daim hazırdı. Arada kendine yer bulmuş kaşıklık ise kumaştan küçük, büyük, bölme bölme yapılmış; çatallar, kaşıklar, çay kaşıkları, tahta kaşıklar vardı. Urbalar, muhafaza edileceği dolap yerine, yine sergenin altında kapıya kadar kocaman çivilere sıra sıra, üst üste asılı vaziyetteydi. Odanın diğer duvarının boş olduğunu düşünmeyin. Hacdan hediye olarak gelmiş olabilecek Kâbe’nin ve Mescid-i Haram’ın güzel motiflerle süslenerek dokunduğu kocaman bir halı asılmıştı.
İki odadan diğeri, yine ocakbaşı olan, yemeklerin, ekmeklerin gerektiğinde yapıldığı; yatak, yorgan, kuru yiyeceklerin depolandığı; yatılı misafirler geldiğinde kullanıma açılan oda.
2
Evde sadece kendisine ait olan, diğer bireylerin hiçbirisiyle paylaşmadığı o dolap kimsenin de ilgisini çekmiyordu zaten. Her gün birkaç defa diğer odaya gider cebinden çıkardığı anahtarla kapının arkasındaki yapılmış kocaman dolabın kilitli kapısını açardı. Günün ortasında dahi küçük pencereden gelen ışığın yeterince aydınlatamadığı dolabın önünde burnunun üzerine düşmüş gözlüğü ile saatlerce ayakta kitapları karıştırır, birini çıkarır diğerini rafa koyar; en sonunda bir veya iki kitap koltuğuna aldığı gibi oturma odasındaki rahlesinin başına geçerdi. Davut’un gördüğü ve tanıdığı Mehmet Hafız sedirin üzerinde sırtını pencereye vermiş yönü ocakbaşına doğru rahlenin başında, dizlerinin üzerinde oturan, namazını eda etmenin ve temel ihtiyaçlarını karşılamanın dışında ayağa kalkmayan biriydi. Bu durum yaz kış hep aynı şekilde devam ederdi.
Davut bazen dedesini takip eder, onun dolapta neler yaptığına bakıp anlamaya çalışırdı. O bir şey sormaz, dedesi de bir şey açıklama gereği duymazdı. Davut’un gözünde iki kanatlı o kocaman dolabın altı tane geniş ve derin rafı var, neredeyse hiç boşluk olmamacasına kitapla doluydu. Kitapların büyük çoğunluğu ciltli, kapakları Arap harfli yazılar, parlak renkli süslemelerle bezenmiş büyük boyutlu ve kalındı. Kitapların bir kısmı da ne olduğu çok anlaşılmayan cildin üzerinde birkaç işaret ve notun olduğu kitaplardı. El yazması olduğu sonradan öğrenilecek olan kitaplar da az değildi. Rafların önünde normal kâğıt ve el yapımı kâğıttan olduğu anlaşılan defterler vardı. Değişik ebatlarda, tam olarak anlaşılamayan kalemler ve özellikle yanından ayırmadığı, sürekli kitaplara işaretler koyduğu, notlar yazdığı; bazen de defterine bir şeyler yazdığı ucu kalınca kurşun kalemi vardı. Sık sık onun ucunu bıçakla açardı. Üst rafların birinde uzun süre kullanılmadığı anlaşılan okka, mürekkep ve üç beş tane kamıştan yapılmış kalem bulunuyordu.
Mehmet Hafız dede hava karardıktan sonra gaz lambası elinde odadan çıkıyorsa mutlaka sabahı bekleyemeyeceği bir konu aklına takılmıştır. Doğruca kitap dolabının olduğu odaya gider, lambayı rafa koyduktan sonra kitapların arasından çıkardığı bir kitabın sayfalarını aralayıp adeta gözlerini sayfaya yapıştırır, sonra istediğini elde eden çocuk gibi başını sallayarak gülümser, odasına geri döner, rahlesine otururdu. Akşamları rahlesinde hiçbir kitap bulunmaz sadece ezberinde olan Kur’an-ı Kerim’i okurdu. Yatsı namazından sonra çok özel bir durum yoksa yataklar açılır, yorganlar serilir, erkenden yatılırdı. Sabah ezanından önce kalkılır, gün başlar ve herkes işinin peşine düşerdi. Bütün bu rutinlerle beraber- özellikle dede, kitaplık, oda, eşyalar, imkânlar- kitaplara verilen ehemmiyet ve dede dışındaki kişilerin kayıtsızlığı evde ürkütücü ve esrarlı bir havanın oluşumuna neden olurdu.
Davut neredeyse ilkokulu bitirmişti. Ama o kitaplardan hiçbir şey okuyamıyor; babasından öğrendiği elif-bâ, Kur’an ve ezberlediği surelerin harflerine benzeyen şekillerden hareketle okuyabileceğini düşünerek kitaplardan eline alıyor fakat anlamlı bir kelime bile çıkaramıyordu. Dede rahlenin başında, altında minder dizlerinin üzerinde hiç kımıldamadan oturuyor, adeta satırların arasında bir şeyler arıyordu. Yanından hiç eksik etmediği küçük defterine arada bir not alırdı. Bazen özel üretim olduğu anlaşılan deftere özenerek bir şeyler yazar, bazen de tek bir kâğıda yazdığı yazının mektup olduğu anlaşılırdı.
Namazlarını sabah dâhil hiç aksatmazdı. Sadece cuma günleri erkenden kalkar, tıraşını olur, banyosunu yapar, en güzel elbiselerini itina ile giyer, misk kokusunu sürmeyi ihmal etmezdi. Temizliğini kendisinin ihmal etmeden yaptığı ayakkabısı her zaman pırıl pırıldı. Cuma namazı için ezandan en az bir saat önce camiye gider minberin yanına en ön sıraya oturur, vakit gelene kadar sessizce gözlerini yumarak beklerdi. Camiden en son çıkmasına rağmen çıkışta kendisini bekleyen çevre köylerden ve kendi köyünden sevenleri elini öpmek için sıraya girerdi. Hastalıklarından, aile meselelerinden, ibadetle ilgili konulardan sorular sorarlardı. O da mutlaka cevap verir; kesin ve keskin ifadeler kullanmazdı. ‘’Yine de kitaba bir bakalım.’’ derdi.
3
Davut bu olup bitenlere bir anlam veremiyordu. O küçücük zihninde eviriyor, çeviriyor, başka büyüklere kulak veriyor, dedeye sorduğu sorulara anlayacağı cevaplar alamıyordu. Babası, annesi, zaman zaman ziyarete gelen amcaları her şey olağan akışında gibi davranıyorlardı. Hepsinin bildikleri bir şeyler vardı da Davut mu anlayamıyordu veya anlatmıyorlar mıydı? Büyümesi mi gerekiyordu?
Yatılı olarak okuyacağı ortaokula kayıt olan Davut, tatil günlerinde köye gelir; köyde, evdeki düzenin aynen devam ettiğini görürdü. Bir, iki, üç derken ortaokul bitti ve liseye başladı. Hayatın anlamını kavramak için inançları, olup bitenleri sorgulamak, daha çok okumak, dinlemek, konuşmak ve düşünmek gerekiyordu. Sorumluluk sahibi olmak, sorumlu bir birey olarak ülkesine ve insanlığa faydalı olmaktı hedefi. Henüz mesleki bir hedefi yoktu. Sadece daha çok öğrenmek, heybesini doldurmak, yetenek ve kabiliyetlerini geliştirmek yeterliydi bu günler için. Ona göre her ne meslek olursa olsun nitelikli bir bireye ülkenin her zaman ihtiyacı vardır.
Ara tatillerden birinde dedesi ile konuşmayı ve zihnindeki soruların cevap bulmasını daha köye varmadan önce kafasına koymuştu Davut. Babasının şehre gittiği, annesinin de bahçedeki işlerle ilgilendiğinden evde olmadığı bir gün dedesi namazını kılmış, rahlenin başına tam oturmuştu ki Davut söze başladı. ‘’Hafız dede, biraz beni dinleyebilir misin? Sana sorularım olacak.’’ Dede her zamanki gibi sorular karşısındaki ciddiyetiyle ‘’Buyur evladım, seni dinliyorum.’’ dedi. Davut ‘’Çocukluğumdan beri hep seni takip ediyorum. Özellikle son yıllarda iyiden iyiye merakım arttı. Köyde çevremizde gördüğüm hiç kimse senin gibi değil. Senin çok farklı olduğunu, herkesin saygı ve hürmetinden de anlıyorum. Bana kendini anlatır mısın?’’ ‘’Bu uzun hikâye Davut. Şimdiye kadar hiç kimse sormadığı gibi, beni anlayabileceğini düşündüğüm hiçbir kimse ile de karşılaşmadım. Senin ilgi ve merakın beni umutlandırıyordu, belki de bugünü bekliyordum.’’ dedi dedesi. Davut’un gözleri parladı. Dedesine iyice yanaşıp dikkatle dinleme pozisyonuna geçtiğini belli etti. Konuşulanları harfi harfine dinleyip zihnine nakşetmeliydi.
4
Mehmet Hafız dede başladı. ‘’Dinle yavrum. Sana en baştan anlatacağım. Eskiden köylerden gidip payitahtta çalışmak, okumak; tatil günlerinde köye gelip, mevsimine göre köydeki işlerde çalışıp aileye yardım etmek, eş ve çocukları köyde bırakmak gibi bir gelenek vardı. Senin büyük deden Hüseyin Efendi köyde evlendikten sonra İstanbul’a çalışmaya gider, nasip olur sarayda çalışmaya başlar. Gün olur zaman geçer köyden gelip gidenlerden birisi ‘’Hayırlı olsun oğlun olmuş.’’ der. Bunun üzerine ilk fırsatta oğlunu, yani beni de görmek maksadıyla yola düşer. Yol dediysek önemli bir kısmı deniz yoludur. Vapurda çıkan bir arbede sonucu denize düşer. Annemin söylediğine göre, babamı balıklar yemiş. Ben babamı hiç görmedim. Annem de bir daha görmemiş onu. Taziyeler, yemekler, okumalar ve dualardan sonra aile meclisi toplanır bundan sonra ne, nasıl olacak konuşurlar. Paşalı annemin istemesi halinde rahmetli babamın kardeşiyle evlenebileceği söylenir. Annem ileri görüşlü genç bir Osmanlı kadını der ki! ‘’Tamam, ama bir şartım var. Oğlum Mehmet’i okutun.’’ Böylelikle yeni sürecin başlangıcına karar verilir. Araştırma ve görüşmeler sonrasında küçük yaşta İstanbul’da Fatih Medresesine başladım. Yıllarca köyümüze gelemedim: Kur’an-ı Kerim tilaveti, okuma usulleri, hafızlık, Arapça ve İslami ilim usulleri alanlarında en temel eğitimlerinden üst seviyelere kadar icazetlerimi tamamlayıp müderris olarak talebe yetiştirmeye başladım. Anadolu’nun çeşitli şehirlerinden gelen öğrencilerim, oralara giden arkadaşlarım oldu. Dolayısıyla geniş bir çevremiz olduğu gibi Fatih Medresesindeki büyük hocalar, özellikle Arap Hoca’nın tarzı, okuma usulü orada eğitim görmüş kişilerin nerede olursa olsun fark edilmesine neden oluyordu. Sadece şunu ifade etmeden geçmeyim burayı; Besmele-i Şerif’i Arap Hoca’nın rahlesinden bir ayda geçebildim. Bu arada senin de tanıdığın Mehmet Akif bir dönem bizim medreseye devam etti. Hatta onun babası Tahir Efendi’den ders almışlığım vardır.
O yıllar dünyada birçok ülkede siyasi karışıklıklar olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğu’nun içerden dışarıdan saldırı altında kaldığı dönemde en kritik sürecin başlangıcı Balkan Harplerinden sonra Çanakkale Savaşı’ydı. Kuzeyde Kafkasya’nın, Afrika’daki toprakların, Arabistan Bölgesi’nin, Ege Adaları’nın büyük oranda kaybedilmiş olması Çanakkale müdafaasını ve düşmanı durdurmayı çok daha önemli hale getirmişti. Yedi düvelin üzerimize geldiği savaşta onlara karşı top yekûn müdafaa eden askeri birliklerin yanında Osmanlının tüm coğrafyasından gelen eli silah tutan müminler gibi öğrencilerimizle beraber biz de vatanımızı korumak için şehit olmaya, Çanakkale’ye gittik. Bizim taburdan birçok şehidimiz oldu, bir avuç öğrenci ile geri döndük. İstanbul’a, medresemize döndükten sonra diğer medreselerle de temaslar kurup toplantılar yaptık, istişarelerde bulunduk. Onların da durumu farklı değildi. Şehitler verilmiş, yaralananlar olmuş, kalan az sayıda gazi mollalar bundan sonra da nerede, ne gerekiyorsa dâhil olup vatan savunmasına katılacaklardı.
Aradan çok zaman geçmedi, Anadolu paylaşılmak üzere dört bir taraftan taarruza uğradı. Bunun üzerine tüm müderrisler Anadolu’ya dönerek vatandaşlarımıza durumu anlattık. Konunun hassasiyeti; vatana, namusa, Dini Mübin’e düşman postalının değmemesi, herkesin vatan savunmasına katılması ve birlik, beraberlik içinde hareket etmek adına küçük cemiyetler kurulmasını teşvik ve organize etmek üzere sahadaydık. Ben Sinop’tan başlayıp Samsun, Kastamonu, Çorum illerini; ilçe ilçe, kasaba kasaba, köy köy, cami cami dolaşıp milli müdafaanın önemini ve karşı karşıya bulunduğumuz tehlikeyi anlattım. Hutbeye çıktım, köy odalarında kaldım. Bazı organizasyonların planlanmasında daha fazla rol aldım. Bu süreçte daha uzun süreler kaldığım köyler kasabalar oldu. Davut size mektepte okutmadılar mı? Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adı altında toplanan küçük cemiyetler birlik içinde hareket ederek son kale vatanımız korundu ve kurtuldu.’’
Davut, kendini tutamayıp dedesine sarıldı. ‘’Dede sen bizim kahramanımızsın. Seninle gurur duyuyorum. Arkadaşlarıma da anlatacağım.’’ dedi. Dedesi ‘’yavrum doğru anlamışsın. Ama bir fark var. Her ailede, her köyde, her kasabada kahramanlar var. Yani herkesin kahramanları var. Söylenmese de bilinmese de bu böyle Davut. Milli mücadeleden sonra uğradığım birçok yerde benim oraya yerleşip kalmamı, çocuklarını yetiştirmemi talep ettiler. Fakat ben köyüme dönmek istedim ve geldim buraya. Köyüme geldiğimde kırk yaşımı çoktan geçmiştim. Köyümüzde sevinç ve mutlulukla karşıladılar beni. Köyümüzün ileri gelenleri de araya girip karşı mahalleden Ayşe ebenle evlendirdiler.’’
5
‘’Çevre köy ve ilçelerden hoş geldin ve hal hatır sormak için gelen, giden hiç eksik olmadı. Soru sormak isteyen, danışmak isteyen, çocuklarını okutmak isteyenlerin hiç ardı arkası kesilmedi. Hatta sonradan öğrendim ki, köyümüzden ve yakın köylerden bazı ailelere çocukların benden ders alması için, tarlada tapanda yardım etmesi karşılığında veya yiyecek içecek desteği taahhüdü ile uzun süreli misafir olarak yerleştirilmişti bile. Sanki açık medrese gibi olmuştu köyümüz. Ben de bir şey söyleyemedim, itiraz edemedim. Zira ilimin zekâtını vermek gerekir. İlmin sahibine öğretmek, anlatmak, paylaşmak düşer. Şu gördüğün kitapları İstanbul’a gidip gelenlere ısmarlayarak getirttim o dönemde.’’
Davut adeta nefes almadan dinliyordu. Konunun gördüklerine nasıl geleceğinin bağlantısını bir türlü kuramıyordu.
Sabah namazından sonra başlayan eğitim faaliyeti belli aralıklarla yatsı sonrasına kadar devam ederdi. Evin büyük sofasının her bir köşesinde talebeler derslerinin son hazırlıklarını yapar, sırasıyla Mehmet Hafız’ın yanına gelir, dersini verirdi. Ayrıca bazı yeni öğrencilerin ödevlerini durumu daha iyi olan öğrenciler kontrol ederdi. Yine evin öğrencilerle dolu olduğu bir gün sabah üzeri evin aşağıdaki giriş kapısı sert sert çaldı. Normalde talebeler kilitli olmayan kapıyı çalmadan açar, direk merdivenlerden yukarı çıkarlardı. Kapıyı açmak için aşağı inen talebe beti benzi atmış bir şekilde geri döndü. ‘’Hafız Hocam, cenderme sizi soruyor.’’ Aşağıya indiğimde ‘’Şikâyet var, seni götürmeye geldik.’’ dedi çavuş. ‘’Asker bizim asker, emir hükümetten.’’ deyip onlarla beraber apar topar gittim. Giderken talebeler kapının önüne doluştu ‘’Hocam, hocam!’’ derlerken kaygılarını ve üzüntülerini anlıyordum. ‘’Merak etmeyin çocuklar.’’ deyip yola çıktık. O gün akşama ilçeye varmıştık. Dışında hiçbir yazısının olmadığı, neresi olduğu bilinmeyen, askerlerin görev yaptığı binaya girdiğimiz gibi beni bir odaya koyup kapattılar. Bir sedir ve dışarıya açık demir parmaklıklı penceresi dışında sadece katlanmış bir battaniyesi olan odada kafamdaki soru işaretleri ile sabaha kadar aç tâsil (yemeden ve içmeden) dua ettim. ‘’Ya rabbi nasıl oldu? Kim ne söyledi? Niye geldim buraya? Neler oluyor? Bir çıkış yolu ihsan et. Af ve mağfiretini esirgeme.’’ Sabahleyin bir tas çorba ile bir tayın ekmek verdiler. Peşinden unvanının ne olduğunu bilemediğim bir görevli geldi. Ben sedirde oturuyorken o ayakta gezinerek ‘’devlete karşı talebe yetiştiriyormuşsun, devlet aleyhine kışkırtıyormuşsun?’’ dediğinde; böyle bir ithamla nasıl karşılaşabilirim diye düşünürken ağzımdan dökülen sözcükler doldurulmuş, kinlenmiş sorgucuyu ikna etmeye yetmedi. ‘’Bak evladım, düşmanı yurttan atanlardan, göğsünü siper edenlerden biri de benim. Evet, milli mücadele için halkı uyaran, onları örgütleyenlerden biri de benim. Çanakkale’de talebelerimin çoğunu şehit verdim. Bu devleti biz kurduk.’’ diyerek başlayıp birçok hatıralarımı duygulanarak, hüzünlenerek heyecanla anlattım. Ama ne fayda. ‘’Hikâye anlatma hoca!’’ dedi bana.
Günlerce, haftalarca kaldım o izbe yerde. Öğünlerde aç kalmayacak kadar yemek geliyordu. Tuvalet, abdest gibi ihtiyaçlarımı zor da olsa görüyordum. Sedirin üzerinde namazımı kılıyorum. Bereket versin ki sürekli ezberimde olan Kuran-ı Kerim’i okuyor, dua ediyordum. Birkaç defa hasta olduğumda tabip gelir iğne vurur; bir şeyi yok, der giderdi. Arada bir gelen görevlilerden net bir bilgi alamıyordum.
Aradan aylar geçti; ne arayan ne soran, giden, gelen, haber veren kimse yok, sanki unutulmuş, tecrit edilmiştim. Bir gün kapı açıldığında içeri giren benim üvey kardeşim, amcaoğlum Yusuf’tu. Şaşkınlık içinde ayağa kalktım, sarıldım. ‘’Hayırdır, hoş geldin Yusuf.’’ ‘’Otur şöyle abi.’’ Elini bırakmadan sedire oturduk karşılıklı. ‘’Abi, kim ne söyledi bilmiyorum. Günlerdir yetkilileri ikna etmek için uğraşıyorum. Birçok hatırı sayılır kişi araya koydum. Kuruluştaki mücadelenle, fedakârlıklarınla seni anlattım fakat bir sonuç alamadım. En son söyledikleri: ‘’Talebeyle, eğitimle uğraşmasın, kimseyle görüşmesin, kendi halinde işiyle gücüyle ilgilensin, sen de kefil ol.’’ dediler. Önce üzerime kaynar suları, peşinden buz gibi suları boşalttılar sanki. Ateş, titreme derken ter boşaldı tüm bedenimden. Göz göze bakıştık, bakıştık. ‘’Hadi sen toparlan.’’ deyip dışarı çıkıp gitti. Biraz sonra bir görevli geldi. ‘’Çıkıyorsun hoca!’’ Toparlandım ve çıktım. Kapının önünde beraberinde getirdiği yedek atla bekliyordu Yusuf. O günden sonra köyde kimseyi kabul etmedim, kimseyle görüşmedim, küstüm, içime kapandım. Kendi halimde okudum, imkânlar ölçüsünde yetecek kadar tarım ve hayvancılıkla uğraştım.
Büyük amcan Hüseyin, köy işlerinde bana yardımcı olarak çalışmaya başladı. Abdullah amcan, eğitmenin de teşvikiyle köy enstitüsünde okuyup iyi bir öğretmen oldu. İsmail amcan da enstitüde okudu; İstanbul’da sevilen, sayılan itibarlı bir çevre edindi. Baban İrbeem, kendi isteği ve gayreti ile hafız oldu. Çok söyledim ona, yapma git kendine güzel bir meslek bul; iyi bir iş sahibi ol. Ezber yapmak çok zor olduğu gibi sabır ve süreklilik ister. Ama iyi de oldu onun bu tercihi. ‘’Durum bundan ibaret Davut yavrum. Şimdi benim de içim ferahladı.’’
Davut, ne diyeceğini bilemeden dedesinin yüzüne manasız bakarken zihnindeki gizem bir bir çözülmüştü.
Davut küçük denilebilecek bir yaşta evlenmişti. Tüm aileye heyecan veren bebek beklemeye başladılar. Bir Ramazan günü sahura kalkmışlardı. Özenle hazırlanan yemek serilen yer sofrasına konulduğu gibi, sadece demlenen çayların bardaklara dökülmesi kalmıştı. Sofraya en son gelen Hafız Dede’yi çağırdılar. Tekrar çağırdılar. Her zaman tek davette karşılık veren dededen ses gelmiyordu. Davut yanına vardı. ‘’Dede, dede...’’ ses yok. Yaklaştı, nefes yok. O ilim, irfan hazinesi, Kur’an-ı Kerim’in hafızı, tarihin canlı tanığı gözlerini, ağzını kapatmış, ebediyete irtihal etmişti.
‘’Munise! Oğlumuz olursa adını Mehmet koyalım.’’ dedi
Mehmet Düğmeci, Aralık 2024