Üç asırdır çözüm mahfilini rakip medeniyet unsurlarına terketmemiz bizim zillet nedenimizdir.Tanımladığımız sorunların çözümleri, bize tarihte rol sahibi olmayı bahşeden milli kodlarımızda saklıdır.Başkaları gibi olmaya çalışmak düştüğümüz zilleti izah eden bariz enstrümandır.Çare; bütün problemlere ait kendi yapımıza uygun çözümler arayarak elde edilebilir.Arayış sürecinde üretilecek alternatif çözüm tekliflerini tartışmaktan, zaaflarını ortaya koymaktan çekinmek problemin farkında olmamak anlamına gelir.İyi niyetli, samimi hiçbir fikri, katılmasakta dinlemekten imtina edilmemeli, tartışmaktan ürkülmemelidir.Muhalif görüşler, popüler kültürün moda söylemleri ile bastırılmaya kalkılmadan, empati ile anlaşılmalı ve altı kabul edilebilir gerekçelerle doldurularak reddetme yoluna gidilmelidir. Milleti meydana getiren temel ögelerden ed-din, geleneksel inanç ve slogana dayalı söylem olmaktan çıkarılıp, temel mesajlarının hayata ait bütün rolleri düzenleyen,iş ve eylemlere can veren paradigmaya dönüşmelidir.
Bir asra yakın yabancısı olduğumuz medeniyet tarzı içerisinde kendimize ait yer bulma gayretimizde ulaştığımız neticeler, hiçbir taassuba fırsat vermeden akl-ı selim ile değerlendirilmelidir.Yüreğimizde ve zihnimizde kendimizi tanımladığımız tarih ve inançlarımızdan uzaklaştıran, millet olma mantalitemizde yaralar açan uygulamaları terk etmekte tereddüt edilmemelidir.Unutulmamalıdırki, bir netice elde etme gayretinde başvurulan yöntemlerin olumlanması kadar olumsuzlanması da çok önemlidir.Son dönemde, yaşadığımız olumsuzluklar mevcut siyasi sistemimizi haklı olarak tartışmaya açmıştır.Ülke olarak I. Dünya savaşından sonra geldiğimiz nokta kayda değer olmakla birlikte potansiyelimizin bariz olarak altındadır. Bu verimsizliğin temel nedeni sorun çözmesi gereken mekanizmaların, bizzat gelişmenin önünde bariyer oluşturmasıdır.Başkanlık sisteminin tartışmaya açıldığı şu dönemde ‘Başkanlık sistemi ne getirir ve ne götürür’ sorusu kadar ‘parlamenter sistem bugünkü dünya konjuktüründe bizi nereye taşır’ sorusuda önemli bir yer tutmaktadır. Eğer tarihin akışı içerisinde bir yerimiz olacaksa, bu; siyaset tarzımızdan ekonomimize, şehirleşmeden eğitim sistemimize kadar bizi yansıtan, izimizi taşıyan, dışarıdan alsak da kendi yapımız içinde dönüştürdüğümüz , inançlarımıza, adetlerimize, mantalitemize uygun ve gelişmeye açık, kendimize ait bir modeli oluşturmakla mümkündür.
Ne kadar zıddı iddia edilirse edilsin medeniyeti inşa eden, düzenleyen temel öge dindir. Seküler yapıya dayanan yönetim anlayışları, dinin insanlara ve insanlığa vazettiği, gerçekleştirmesini istediği hedeflerin üzerinde bir hedef belirleyemez. Belirleyecek olursa bu hedefi taşıyamaz.Son iki asırlık batı medeniyeti, özünde inançlarına dayanarak oluşturduğu evrensel niteliklere tabi bütün ilkelerini çarpıtmış ve içini boşaltarak çürüme sürecine sokmuştur. Demokrasi, insan hakları, eşitlik ve özgürlük gibi tılsımlı kelimelerle tanımladığı bütün değerleri, sömürü anlayışını gerçekleştirecek kılıf olarak kullanmış ve dünyaya verebileceğini iddia ettiği her şeyi tüketmiştir. Bu tecrübe doğrultusunda geçmişte her alanda bizi millet yapan bütün değerlerimizi tasfiyeye yönelik pozitivist, materyalist, seküler politikalar terkedilerek bizi tarihimizde cihanşumul yapan inançlarımız ile barışık bir sistem inşa edilmelidir. Gözden kaçmaması gereken bir şey varsa oda, Avrupayı seküler anlayışa yönelten temel nedenin, bin beş yüzyıl ortaçağ karanlıklarında inim inim inleyip sabrettiği halde Hıristiyanlıkla kendisine bir çıkış yolu bulamamış olduğudur. İslam tarihine baktığımızda ise durum tam tersi olup, İslam; çadırlarda yaşayan topluluklara, üç kıtada nüfüz alanı oluşturmuş, medeniyet üreten bir devlet sahibi olma şerefini bahşetmiştir. Nitekim yakın tarihimizde bile Mısırın ihvan içindeki sayısı sınırlı inançlı insanları ülkelerinden savaşarak İngilizleri kovan bir zafer elde ederken, 1967 de yönetim anlayışı milliyetçilik esasına dayalı üç arap devletinin, birleşerek İsraile karşı verdiği savaştan hüsran elde etmesi ibretamizdir. İslama sarıldığımızda izzet , uzaklaştığımızda ise zillet elde ettiğimiz bir vakıadır.
Sonuç olarak; ne elde etmek için kararlı isek elimize o geçecektir. Eğer varolmak istiyorsak, tarihi tecrübemiz ve inançlarımızın bize sunduğu mantaliteye, problemlerimizi arzetmemiz üreteceğimiz çözüm için yeterli olacaktır. Bir şeyi elde etmenin temel şartı ise, içtenlikle istemek ve yeteneklerinle uyumlu biçimde çaba sarfetmektir.Bizim üç yüz yıldır arzu ettiğimiz sonucu elde edememe nedenimiz, kendimizi inkar eden politikalar uygulayarak düştüğümüz kimliksiz ve kişiliksiz arayışımız olmuştur.
Bir asra yakın yabancısı olduğumuz medeniyet tarzı içerisinde kendimize ait yer bulma gayretimizde ulaştığımız neticeler, hiçbir taassuba fırsat vermeden akl-ı selim ile değerlendirilmelidir.Yüreğimizde ve zihnimizde kendimizi tanımladığımız tarih ve inançlarımızdan uzaklaştıran, millet olma mantalitemizde yaralar açan uygulamaları terk etmekte tereddüt edilmemelidir.Unutulmamalıdırki, bir netice elde etme gayretinde başvurulan yöntemlerin olumlanması kadar olumsuzlanması da çok önemlidir.Son dönemde, yaşadığımız olumsuzluklar mevcut siyasi sistemimizi haklı olarak tartışmaya açmıştır.Ülke olarak I. Dünya savaşından sonra geldiğimiz nokta kayda değer olmakla birlikte potansiyelimizin bariz olarak altındadır. Bu verimsizliğin temel nedeni sorun çözmesi gereken mekanizmaların, bizzat gelişmenin önünde bariyer oluşturmasıdır.Başkanlık sisteminin tartışmaya açıldığı şu dönemde ‘Başkanlık sistemi ne getirir ve ne götürür’ sorusu kadar ‘parlamenter sistem bugünkü dünya konjuktüründe bizi nereye taşır’ sorusuda önemli bir yer tutmaktadır. Eğer tarihin akışı içerisinde bir yerimiz olacaksa, bu; siyaset tarzımızdan ekonomimize, şehirleşmeden eğitim sistemimize kadar bizi yansıtan, izimizi taşıyan, dışarıdan alsak da kendi yapımız içinde dönüştürdüğümüz , inançlarımıza, adetlerimize, mantalitemize uygun ve gelişmeye açık, kendimize ait bir modeli oluşturmakla mümkündür.
Ne kadar zıddı iddia edilirse edilsin medeniyeti inşa eden, düzenleyen temel öge dindir. Seküler yapıya dayanan yönetim anlayışları, dinin insanlara ve insanlığa vazettiği, gerçekleştirmesini istediği hedeflerin üzerinde bir hedef belirleyemez. Belirleyecek olursa bu hedefi taşıyamaz.Son iki asırlık batı medeniyeti, özünde inançlarına dayanarak oluşturduğu evrensel niteliklere tabi bütün ilkelerini çarpıtmış ve içini boşaltarak çürüme sürecine sokmuştur. Demokrasi, insan hakları, eşitlik ve özgürlük gibi tılsımlı kelimelerle tanımladığı bütün değerleri, sömürü anlayışını gerçekleştirecek kılıf olarak kullanmış ve dünyaya verebileceğini iddia ettiği her şeyi tüketmiştir. Bu tecrübe doğrultusunda geçmişte her alanda bizi millet yapan bütün değerlerimizi tasfiyeye yönelik pozitivist, materyalist, seküler politikalar terkedilerek bizi tarihimizde cihanşumul yapan inançlarımız ile barışık bir sistem inşa edilmelidir. Gözden kaçmaması gereken bir şey varsa oda, Avrupayı seküler anlayışa yönelten temel nedenin, bin beş yüzyıl ortaçağ karanlıklarında inim inim inleyip sabrettiği halde Hıristiyanlıkla kendisine bir çıkış yolu bulamamış olduğudur. İslam tarihine baktığımızda ise durum tam tersi olup, İslam; çadırlarda yaşayan topluluklara, üç kıtada nüfüz alanı oluşturmuş, medeniyet üreten bir devlet sahibi olma şerefini bahşetmiştir. Nitekim yakın tarihimizde bile Mısırın ihvan içindeki sayısı sınırlı inançlı insanları ülkelerinden savaşarak İngilizleri kovan bir zafer elde ederken, 1967 de yönetim anlayışı milliyetçilik esasına dayalı üç arap devletinin, birleşerek İsraile karşı verdiği savaştan hüsran elde etmesi ibretamizdir. İslama sarıldığımızda izzet , uzaklaştığımızda ise zillet elde ettiğimiz bir vakıadır.
Sonuç olarak; ne elde etmek için kararlı isek elimize o geçecektir. Eğer varolmak istiyorsak, tarihi tecrübemiz ve inançlarımızın bize sunduğu mantaliteye, problemlerimizi arzetmemiz üreteceğimiz çözüm için yeterli olacaktır. Bir şeyi elde etmenin temel şartı ise, içtenlikle istemek ve yeteneklerinle uyumlu biçimde çaba sarfetmektir.Bizim üç yüz yıldır arzu ettiğimiz sonucu elde edememe nedenimiz, kendimizi inkar eden politikalar uygulayarak düştüğümüz kimliksiz ve kişiliksiz arayışımız olmuştur.